içinde yer almak, denizin kıyısında yaşamaktır. Kimilerinin emeklilik
hayalidir, kimilerinin de emekliliği bile beklemeden bir düzen kurup bir
yaşam projesidir… Çoğu kişi, bu hayali kurar ama emekliliği gelse bile,
olanakları olsa bile şehir hayatından kopamaz. Kimi kariyer ya da daha
fazla kazanma hırsının peşinde koşar, kiminin denizde yaşam hayali,
birkaç fırtına sonrasında biter…
Kimi zaman da ekonomik şartlar, insanları her şeyi bırakıp denizin
kenarına gitmesi kararını almaya sürükler. Bir kısmımız direnir, şehirde
kalmak için tırnaklarımızla duvarı kazırız, kimimiz de fırsat bu fırsat der
denizle buluşuruz. Önceki sayfalarda aktardığım Meksikalı balıkçının
öyküsünü hatırlatıp ekonomik krizle ilgili şu değerlendirmeyi yapmak
istiyorum. Bir ekonomist kimliğim ile şunu vurgulamak isterim.
Dünyada kapitalist sistem belirli dönemlerde krize girer. Bu kitabın
yazıldığı zamanlarda (Aralık 2009) dünya çok ağır bir ekonomik krizin
içinde bir yılını doldurmuştu ve kriz halen tüm şiddeti ile sürüyordu.
Ancak Türkiye’de, dünya konjonktürünün dışında, kendimizin
oluşturduğu krizleri de sık sık yaşıyoruz. Dünya ekonomik krize girmese
de biz Türkiye’de belirli periyotlarla kendi ekonomik krizimizi
yaratıyoruz. 2008 yılı sonbaharında patlak veren dünya ekonomik
krizinden önce, zaten Türk ekonomisi kendi krizine girmek üzereydi.
2007 yılının tüm ekonomik verileri Türkiye’nin krize gireceğini
gösteriyordu, 2008 global krizi patladı, dolayısıyla yaşadığımız kriz
bizim kendi krizimiz değil, dünya krizi olarak algılandı.
Ancak Türkiye, “Ne olursa olsun, dışarıdan ucuz döviz gelsin, cari
açığımız olsun ama biz bunu yüksek faizle borçlanıp ucuz döviz elde
edelim” politikaları sonucunda sık sık ekonomik krizlere giri