Bilakis Dergisi Ocak Sayısı ocak sayısı | страница 11

KÜLT FİLM KUŞAĞI THE LEGEND OF 1900 “Ama onun da hep söylediği gibi; “İyi bir hikayen ve onu anlatacak bir kimsen olduğu sürece,asla gerçekten işin bitmemiştir.” Sorun şu ki, hiç kimse benim hikayemin tek bir kelimesine bile inanmadı.” Yönetmenliği Giuseppe Tornatore’nin üstlendiği, senaryo yazımını da Alessandro Baricco ile Giuseppe Tornatore’nin paylaştığı 1998 italya yapımı “The legend of 1900” bu sözlerle başlıyor. Müzik ve insan ilişkisiyle hayatı yorumlayan filmde başrolleri Tim Roth ve Pruitt Taylor Vince paylaşıyor . Gemide kömürcü olarak çalışmakta olan Danny, yolcular gemiyi boşalttıktan sonra salonda küçük bir arayışa çıkmıştır. Aradığı şey; unutulan değerli takılar, pahalı saatler ve benzeriyken bulabildiği ise içilmemiş bir sigaradır. Ama o gün, limon kasasına koyulmuş bir çocuk bulur. Kasanın üstündeki T.D. yazasını “Thanks Danny” olarak yorumlar ve çocuğu sahiplenir. İş arkadaşlarının ona takılması sırasında çocuğun bir adının olmadığını fark eder. İlk gelen isim önerisi; onu Salı günü bulduğu için “Tuesday” olmuştur. Fakat Danny ise olaya farklı bir boyuttan bakar onu 1900’ün ilk ayında bulduğu için adını 1900 koyar. Ona hayat hakkında pek çok şeyi öğretirken, onu üzmeyecek yalanlardan da kaçınmaz. Fakat Danny, 1900 henüz 8 yaşındayken hayatını kaybeder. Karaya hiç çıkmayan ve sürekli gemide kalan çocuk 1900, piyano çalmaya ve bu konuda efsane olmaya başlar. Onun şöhreti dilden dile dolanırken, o ise kural tanımaz bir şekilde sadece müziği çalmakta ve karaya adım atmayı reddetmektedir. Bir gün koridorda dolanırken deniz tutmuş trompet sanatçısı Max Tooney’le (Pruitt Taylor Vince) tanışır. Ona iyi geleceği düşündüğü bir yöntemle piyanonun frenlerini kaldırıp sallanan gemide müziğini yapmaya başlar. Filmin bu sahneleri, tepemizde dönen ahizeyle birlikte eminim sizi de gülümsetecektir. Filmden size aktarmak istediğim bir başka sahne ise Karısı papazla kaçan, 5 çocuğunu hummadan kaybeden buna rağmen bir kızı hayatta kalmayı başaran adamın deniz hakkında söyledikleri. Sanki biraz Orhan Veli kokuyordu o sahneler; Gemlik’e doğru Denizi göreceksin sakin şaşırma!” Filmden bir başka etkileyici sahne ise 1900’ün Tarantella çalarken 4 elle çalıyormuş gibi resmedilmesiydi. Bu sahne filme hem masalsı bir anlam katmış hem de onun gerçek bir efsane olduğunu göstermişti. 1900’ün neden karaya hiç çıkmadığını, Efsanesinin ne kadar büyüdüğünü, sonun ne olduğunu ve hayallerini öğrenmek için hiç tereddüt etmeden filmi izleyin. Pişman olmayacağınıza eminim. Müziksiz dünya hiçbir zaman dünya olmayacaktır. Eğer bir yerde müzik varsa burası ister ıssız ada, ister okyanusun ortası, ister çöllerin kavruk kumu olsun mutlaka yaşamaya değerdir. Film, müziğin bu anlamını hatırlatıyor bize. Film insanla, müzik arasındaki bu bağı kurarken bir de bizi sorgulamayı unutmuyor; “Sınırlar bizi sınırlar mı özgür mü kılar?” AH GÜZEL İSTANBUL nsanlar olduğuyla yetinip, mutlu olamaz. Hep daha fazlasını isteme arzusu eldekiyle mutlu olma saadetini kaçırmamıza neden olur. Soframızda peyniri bulmuşken neden pastırmamızın da olmadığını düşündüğümüzden o güzelim peynirden hiç tat alamayız.Aslında 10 lirada bize yetecekken, 100 liranın peşine düşeriz. Kendi kendimize şarkı söyleyip de mutlu olabilicekken sahnelerin hayalini kurarız. İşte Ayşe Goncagül’de “biz” ağzıyla kıyısına dalga vurduğum insanlardan biri. Onun hikayesini size ben anlatmak isterdim ama Atıf Yılmaz filmini çektiği için, ben sadece konunun üstünde gezinip sizi ustanın filmine sevk edeceğim. “Ah Güzel İstanbul” filminden bahsediyorum. “Gündüz Çorbacı Akşam Meyhaneci Rıfkı”da Sadri Alışık’ın, Haşmet İbriktaroğlu’nu bize takdim etmesiyle başlıyor film. Öyle ki, Bizim Haşmet konaklarda büyümüş, iyi eğitim görmüş, paranın denizinde bir kaç kulaç atmış biriyken tüm onları elinin tersiyle itip, kendi tabiriyle batırıp bir gece konduda yaşamayı tercih etmiştir. İnsana mutluluğu paranın değil insan olmanın getireceğini çok iyi bildiği için parasını çar çur edip kendi yaşamına bakmıştır. 45 sene öncesinde de günümüzde olduğu gibi paranın baş öğretmen olduğu sanat okulunda yüzlerce dansöz yetişmekteydi. O, dansöz olmaktansa tek başına zeybek oynamayı seçmişti belki. Yani normal bir iş de çalışıp da hayatın kıyısında köşesinde kalmakla da kalmayıp bir de birilerine yağ çekeceğine seyyar fotoğrafçılık yapmaya karar vermişti. İnsanların fotoğraflarını çeker, geçimini sağlar akşam da arkadaşlarıyla kafa çekip hayatını devam ettirirdi. Bir gün fotoğraf çektirmek için “Ayla Algan” yani Ayşe Goncagül ya da “Küçük Cezve” onun sokaktaki taşlı topraklı, üzerinde ; İstanbul Hatırası yazan tahtalı, stüdyosuna gelir; İzmir’den Şöhret olmak için geldiğini tüm parasını kıyafetlere verdiğini bu yüzden fotoğraf çekilmek için bir sokak fotoğrafçısına mahkum kaldığını ve artist fotoğraflar çekilmek istediğini söyler. Haşmet şaşırır, onun komik hallerine güler ama aslında onun için üzülür. Çünkü başına neler geleceğini bilir. Film Haşmet’in Küçük cezvesini koruma çabaları ve küçük cezvenin a 'F