Bilakis Dergisi Nisan sayisi 4. sayı | Page 34

Odasından çıkan Ezgi, boyu dizlerinde kan kırmızı bir elbise giymişti. Ferit onu görünce ortaya bırakılmış “Merhaba”yı tek başına sahiplenip yanına gitti. Kısa bir konuşmadan sonra çarşıya gideceğini öğrenip beraber gitmeyi teklif etti. Oyalanmadan evden çıktılar. Gece yavaş yavaş yaklaşırken, yaklaşanın yalnızca gece olmadığı herkes tarafından aşikardı. Ferit böylesine bir telaşla dışarı çıkmalarının nedenini ancak yüzü peçeli birini görünce sorabilmişti. Pınar’ın kocasında bıraktığı altınları vardı. Kocası pek de tekin bir adam olmadığı için kaçabilirdi. Fakat neden bu kadar çok beklenmişti. İşte Ferit bu soruyu soramamıştı. Ezgi’nin yanındayken hep bir çekingenlik vardı üzerinde. Davranması gerektiği gibi davranamıyor, söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Sanki içinde sürekli onu engelleyen bir şey vardı. Hep onun adımları atmasını istiyordu, hep onun söylemesini istiyordu aklından geçenleri. Olduğu kişinin onun tarafından pek önemseneceğini düşünmüyordu belki de. Onun için olması gerektiği kişi olmak istiyordu. Savaş başlamadan eve ulaştılar. Üvey babası, içeriye girdiklerinde ağzına peçesini doluyordu. Ezgi yere bakarak konuya girip hızlıca altınları istedi. Adam lafını uzatmaya o kadar meraklıydı ki bir türlü anlamıyormuş gibi davrandı. Ferit’in kim olduğunu sorup oradan zaman kazanmaya çalıştı. Fakat Ezgi, zaten pek de bu adamı sevmediği için konunun uzamasına elinden geldiğince engel olmaya çalıştı. Sert bir ses tonuyla isteğini yineledi. Adam; “karım neden gelmedi?” diye sordu. “O artık senin karın değil. Boşanacak senden.”. Ağzına yarım yamalak dolayabildiği peçesini söküp attı. Israrla tekrar duymak istedi. Terkedilmeyi kabullenemiyordu. Ferit savaşın başlamasına doğru hızla akıp giden zamanı fark edip de isyan etti; “Haydi abicim, ver şu altınları da gidelim biz artık!” dedi. Adam; “Sen de kim oluyorsun?” diyerek kavga çıkarmak istediyse de sadece yumruğunu sıkmakla yetindi. Genellikle kendini kontrol etme de sıkıntı yaşamayan bir adamdı. Pek çok olayda sakin kalmanın en mantıklı duruş olacağını bilerdi. Altınları getirdi. Ezgi’nin avucuna bırakırken, kaçmayacağına dair sözler söyleyip altınların alınmasının ne anlama geldiğini fark ettiğini ve bunun da onu ne kadar çok kırdığını belirtti. Ezgi, duyduklarını pek de önemsemeden, adamın ne çektiğiyle hiç de alakadar olmadan başını salladı. Ferit, birazcık da olsa anlar gibi oldu. Zaten son zamanlarda anlayabileceği bir dert bulmaya görsün, hemen üzerine düşünmeye başlıyordu. telaşla evden çıktıklarında dışarıda muazzam bir sessizlik vardı. Güneş şehri tamamen terk etmiş, sanki giderken insanları da götürmüştü. Ferit, sadece şaşkınca yürüyordu. Ezgi’yse ufacık bir sesle kıyametin kopacağından haberdardı. O ses çıkmadan evinde olabilmeyi umuyordu. Koşmaya başladılar. Eve giden yolları azalmaya başladıkça içlerini huzur kaplaması gerekirken, içleri daha da kararıyordu. Ortalığı kana bulayacak ses hala duyulmuyordu. Ferit nefessiz kaldı. Ezgi’yse böyle koşmalara oldukça alışıktı. . Ferit, Ezgi’nin elini tuttu. Ezgi, birden dönüp baktı Ferit’in yüzüne. “Koşmamız lazım.” dedi. Demeye kalmadan o küçücük ses duyuldu. yere düşen çelimsiz bir eşyanın sesiydi bu. Fakat sonra heybetli silahlar çığlık atmaya