Odasından çıkan Ezgi, boyu dizlerinde kan kırmızı bir elbise giymişti. Ferit onu görünce
ortaya bırakılmış “Merhaba”yı tek başına sahiplenip yanına gitti. Kısa bir konuşmadan sonra
çarşıya gideceğini öğrenip beraber gitmeyi teklif etti. Oyalanmadan evden çıktılar. Gece
yavaş yavaş yaklaşırken, yaklaşanın yalnızca gece olmadığı herkes tarafından aşikardı. Ferit
böylesine bir telaşla dışarı çıkmalarının nedenini ancak yüzü peçeli birini görünce
sorabilmişti. Pınar’ın kocasında bıraktığı altınları vardı. Kocası pek de tekin bir adam
olmadığı için kaçabilirdi. Fakat neden bu kadar çok beklenmişti. İşte Ferit bu soruyu
soramamıştı. Ezgi’nin yanındayken hep bir çekingenlik vardı üzerinde. Davranması gerektiği
gibi davranamıyor, söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Sanki içinde sürekli onu
engelleyen bir şey vardı. Hep onun adımları atmasını istiyordu, hep onun söylemesini
istiyordu aklından geçenleri. Olduğu kişinin onun tarafından pek önemseneceğini
düşünmüyordu belki de. Onun için olması gerektiği kişi olmak istiyordu. Savaş başlamadan
eve ulaştılar. Üvey babası, içeriye girdiklerinde ağzına peçesini doluyordu. Ezgi yere bakarak
konuya girip hızlıca altınları istedi. Adam lafını uzatmaya o kadar meraklıydı ki bir türlü
anlamıyormuş gibi davrandı. Ferit’in kim olduğunu sorup oradan zaman kazanmaya çalıştı.
Fakat Ezgi, zaten pek de bu adamı sevmediği için konunun uzamasına elinden geldiğince
engel olmaya çalıştı. Sert bir ses tonuyla isteğini yineledi. Adam; “karım neden gelmedi?”
diye sordu. “O artık senin karın değil. Boşanacak senden.”. Ağzına yarım yamalak
dolayabildiği peçesini söküp attı. Israrla tekrar duymak istedi. Terkedilmeyi kabullenemiyordu.
Ferit savaşın başlamasına doğru hızla akıp giden zamanı fark edip de isyan etti; “Haydi
abicim, ver şu altınları da gidelim biz artık!” dedi. Adam; “Sen de kim oluyorsun?” diyerek
kavga çıkarmak istediyse de sadece yumruğunu sıkmakla yetindi. Genellikle kendini kontrol
etme de sıkıntı yaşamayan bir adamdı. Pek çok olayda sakin kalmanın en mantıklı duruş
olacağını bilerdi.
Altınları getirdi. Ezgi’nin avucuna bırakırken, kaçmayacağına dair sözler söyleyip altınların
alınmasının ne anlama geldiğini fark ettiğini ve bunun da onu ne kadar çok kırdığını belirtti.
Ezgi, duyduklarını pek de önemsemeden, adamın ne çektiğiyle hiç de alakadar olmadan
başını salladı. Ferit, birazcık da olsa anlar gibi oldu. Zaten son zamanlarda anlayabileceği bir
dert bulmaya görsün, hemen üzerine düşünmeye başlıyordu. telaşla evden çıktıklarında
dışarıda muazzam bir sessizlik vardı. Güneş şehri tamamen terk etmiş, sanki giderken
insanları da götürmüştü. Ferit, sadece şaşkınca yürüyordu. Ezgi’yse ufacık bir sesle
kıyametin kopacağından haberdardı. O ses çıkmadan evinde olabilmeyi umuyordu. Koşmaya
başladılar. Eve giden yolları azalmaya başladıkça içlerini huzur kaplaması gerekirken, içleri
daha da kararıyordu. Ortalığı kana bulayacak ses hala duyulmuyordu. Ferit nefessiz kaldı.
Ezgi’yse böyle koşmalara oldukça alışıktı. . Ferit, Ezgi’nin elini tuttu. Ezgi, birden dönüp baktı
Ferit’in yüzüne. “Koşmamız lazım.” dedi. Demeye kalmadan o küçücük ses duyuldu. yere
düşen çelimsiz bir eşyanın sesiydi bu. Fakat sonra heybetli silahlar çığlık atmaya