Zaten önce kendine sonra o insana itiraf etmesi epey bir zaman alır.
“Birkaç günlüğüne” dedi “Hem zaten annem ve babamla vedalaşırım.”
Öyleyse karar alınmıştı. Bavullar uykularından uyandırılmalı, karınları
doyurulmalıydı. Odanın görüntüsü belleğin güzel bir yere konulmalı,
Ezgi’nin gözleri belleğin en önüne yerleştirilmeliydi. Yarın sabah
çıkabilirim diye düşündü. Soyunup yatağına uzandı verdi. Uykunun
gelip gelip gittiği saatlerde gidince yapacaklarına dair planlar yapıyordu.
Oğuz, Pelin’in kapısının önünde dikiliyordu. Elini sık sık kapıyı
vurmak için kaldırıyor fakat bir türlü çalamıyordu. Kalbinin çırpıntısını
azcık kulak kabartan her insan dünyanın neresinde olursa olsun
duyabilirdi. Saçlarını özenle taramış, yeni ütülediği gömleğini giymiş,
elinde çiçek olan genç adam; Oğuz, Pelin’e açılabilmek için dikiliyordu o
kapıda. Fakat bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Aklında türlü türlü
filmler çekiliyordu. Bir seferinde o kapıyı pencereden girmiş sakallı,
uzun boylu bir adam açıyor, ötekinde Pelin “ne var” diye soruyor, en
güzelindeyse onu görür görmez boynuna atlıyordu. İnsan, sevilmek
istediğini söylemeye çalıştığı an insandır en çok. Oğuz, öylesine insandı
ki o an, tarifi epeyce zordu. Birden bire kapıyı vuruverdi. İçeriden ses
gelmedi. Elleri titredi. Üst üste yutkundu. Ayakkabılarına baktı.
Ayakkabısının ayrıntılarını inceledi. Sonra başını kaldırıp kapıya baktı.
Kapı duvardı. Ama vazgeçmeye niyeti yoktu. Daha sertçe vurdu kapıya.
Bu sefer daha çok yutkundu, daha çok oynadı gömleğinin düğmeleriyle,
daha hızlı çarptı kalbi. Birden içeriden bir ses geldi. Ayak sesleri arttıkça
kalbi nasıl da hızlı çarpıyordu. Kapıyı Pelin açtı. Mahmur gözlerle
Oğuz’un yüzüne bakıyordu. Üstüne boğa oturmuş ses tonu “Oğuz?”
diyiverdi. Birine ismiyle hitap etmek aslında çok üşengeç soruları
sorabilmekti. Adını söyler ve o soruyu sordum farz edebilirdiniz. Oğuz,
sessizce Pelin’e bakıyordu. Pelin sadece isim söylemenin işe
yaramadığını anlayınca “Hayırdır, gece gece?” diye soruverdi. Ses
tonuna oturan boğa henüz kalkmamıştı. Oğuz’un ses tonuysa kuzuları
feyiz almış gibiydi. “Biraz konuşalım mı?” dedi. Pelin şaşkınlıkla
bakarken yine tam bir cümle ifade etmeyen bir şeyler söyledi; “Bu
saatte”. Oğuz içinden öyle güzel şeyler söyledi ki Pelin duyabilse
sesindeki boğa kanatlanıp uçardı ama dışından söyleyebildiği sadece
son cümlesini tekrarlamaktı. . Pelin, anahtarını alıp kapıyı çekti. Oğuz
elindeki çiçekleri verdi. İkisi de gülümsediler birbirlerine. “Oğuz” dedi
yine Pelin. Bu sefer, ismiyle hitap etmesi bir soru değildi. İsim dili diye
bir şey olmalıydı. İsmiyle hitap etmek pek çok anlama gelebiliyordu.
Oğuz da bunu düşündü. “keşke salak olsaydık, hep masum kalırdık. Bu
dili öğrenmek acı veriyor çoğu zaman. Ben o yüzden nefret ederim
isimlerle hitap edenlerden. Benim adım benliğimdir işte o kadar.” Diye
geçirdi aklından.