Öykü
kalıyor bazılarına istemeyerek de olsa. Neden bilmem
o kadınlar beni seviyor, hele onlara kızdığım zaman.
Neden bilmem o kadınlar beni istiyor, hele ben onları
istemediğim zaman. Bir parça muhtacım onlara, bir avuç
kadar; ama bir gün O gelirse geri, hepsini def edeceğim
bu rutubet kokulu odadan, çiğ süt emmiş beni bile.
Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada
hiç ışık yok. Söktüm tavandan sarkan o parlamaya üşenen
tembel ampulü. Hangi semtteyim, hangi şehirdeyim,
hangi ülkedeyim bilmiyorum, hatırlamıyorum. Günlerce yürüdüğümü hatırlıyorum odanın içinde, nereye
gittiğimi, nerede olduğumu bilmeden. Sırtımda ince bir
gömlek, cebimde bir paket sigara... Başımı hiç semaya
doğru kaldırmadım, geceleri bile. Kaç gün, kaç ay geçti
bilmiyorum O gideli. Dışarı hiç çıkmadım. Burada tüm
kadınlar benim. Getirdikleri yemekler oluyor her gün,
hem de lezzetliler oldukça en çok da aç susuz bedenleri. Bu odada hiç şımarık sevgiler yok, aciz ve kötürüm
umutlar da. O gidince onları da bir kutuya koyup
yolladım arkasından gittiği yerde lazım olur diye. Bu odada sarhoş hayallere de yer yok artık, her yer ıslak nereye
oturacaklar zaten? Ayaklarım üşüyor, yerler soğuk. Çıplak
bacaklarımı sallıyorum sinirden, beklemeyi hiç sevmem.
Ne zaman geri dönecek?
Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada
hiç ışık yok. Saat kaç bilmiyorum. Bir kadın yüzüstü
uyuyor az önce kalktığım yatakta. Sadece horlamasını
duyuyorum. Saçları kısa, parmakları uzun ve biraz
göbeği var. Ellerim bunları konuşuyor şimdi fısır fısır,
duyuyorum az biraz. Ara sıra dönüp bakıyorum orada
yatan kadına, görmüyorum hiçbir şey. Sadece varlığını
hissediyorum. Bu kadına
dokunmayı sevdim,
hakkı var, çok şımarttı
beni. Bir kereliğine
gelmedi buraya birkaç
gündür hep yanımda,
içimde; ama O’nun
kadar değil. O’nun teni
bir gül yaprağı, ince ve
kenarları sakit. Sonbaharlar, kışlar bile bozamazdı
O’nun güzelliğini. O hep
kırmızı, O hep pembe,
O hep beyazdı. Kalın
bilekleri, iri kemikleri
vardı. Boylu poslu kadın
derlerdi O’nun için; fakat
ruhu incecikti, hastalıklı
gibi. Ne tuhaf kadındı,
hep rahatsız, hep sıkışıp
kalmıştı kendi kazdığı gizli yolda. Bedeniyle ruhu
arasında hep bir boşluk kalırdı sanki kapanmayan bir ara.
İkisinden biri bir şey istese öbürü muhakkak karşı çıkardı.
Asla anlaşamazlar bütün gün itişip kakışırlardı. O’na
“seni seviyorum” dememe hiç izin vermedi. İçi altınlarla,
yakutlarla dolu bir sandık gibi yastığının altında her
gece sakladı o iki kelimeyi. Bazı geceler açıp yoklardı
orada mı diye, sonra bana arkamdan sarılıp buz kesmiş
tenini sırtıma bastırırdı. Daima soğuktu; fakat O’nunla
iken üşüdüğümü hiç bilmezdim. Hiçbir zaman aynı
yaşta olmadı. Bazen on sekiz, bazen yirmi beş, bazen
kırk bazense altmış. Ne tuhaf kadındı, en mert erkekten
bile mert, benden bile mertti. Birkaç gece geldi bana,
orada yanımda ne kadar ucuz ve pasaklıydı kadınlığı, ne
kadar yıpranmış. Etrafa saçılmış kırıntılarını topladım
O’nun. Işıl ışıl sesini, kıkırdayışlarını taktım saçlarının
arasına. O’nu çok uzun uzun sevdim; ama O’na hiç uzun
uzun bakamadım. Daha fazla arzulamaya hakkım yoktu
bu güzelliği; çünkü sevilmedim o adam kadar, kocası
kadar. “Nasıl bir adamdı, ne kadar aynıydık, ne kadar
farklıydık?” diye çok sordum kendime. Hayır, o adamı
hiç kıskanmadım; O zaten benim yanımdaydı. Koyu
kahve tonlarındaki sivri göğüs uçları sırtımdaki kemiğe
başını yaslayıp uyurken O’nu yaşamış olmanın verdiği
hazın tadı damağımda, az önce ısırdığım dudaklarındaki
kan tadı dişlerimin arasındaydı ve ben bu kadarıyla
yetinebilmeyi biliyordum, en azından öğrenmeye
çalışıyordum. O’nu bu kadar istemesem beni yine ister
miydi bi