Aşiyan Dergisi | Page 35

Öykü kalıyor bazılarına istemeyerek de olsa. Neden bilmem o kadınlar beni seviyor, hele onlara kızdığım zaman. Neden bilmem o kadınlar beni istiyor, hele ben onları istemediğim zaman. Bir parça muhtacım onlara, bir avuç kadar; ama bir gün O gelirse geri, hepsini def edeceğim bu rutubet kokulu odadan, çiğ süt emmiş beni bile. Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada hiç ışık yok. Söktüm tavandan sarkan o parlamaya üşenen tembel ampulü. Hangi semtteyim, hangi şehirdeyim, hangi ülkedeyim bilmiyorum, hatırlamıyorum. Günlerce yürüdüğümü hatırlıyorum odanın içinde, nereye gittiğimi, nerede olduğumu bilmeden. Sırtımda ince bir gömlek, cebimde bir paket sigara... Başımı hiç semaya doğru kaldırmadım, geceleri bile. Kaç gün, kaç ay geçti bilmiyorum O gideli. Dışarı hiç çıkmadım. Burada tüm kadınlar benim. Getirdikleri yemekler oluyor her gün, hem de lezzetliler oldukça en çok da aç susuz bedenleri. Bu odada hiç şımarık sevgiler yok, aciz ve kötürüm umutlar da. O gidince onları da bir kutuya koyup yolladım arkasından gittiği yerde lazım olur diye. Bu odada sarhoş hayallere de yer yok artık, her yer ıslak nereye oturacaklar zaten? Ayaklarım üşüyor, yerler soğuk. Çıplak bacaklarımı sallıyorum sinirden, beklemeyi hiç sevmem. Ne zaman geri dönecek? Ben bunları bir binanın en üst katındaki karşı binanın siyah duvarına bakan siyah bir odada yazıyorum. Bu odada hiç ışık yok. Saat kaç bilmiyorum. Bir kadın yüzüstü uyuyor az önce kalktığım yatakta. Sadece horlamasını duyuyorum. Saçları kısa, parmakları uzun ve biraz göbeği var. Ellerim bunları konuşuyor şimdi fısır fısır, duyuyorum az biraz. Ara sıra dönüp bakıyorum orada yatan kadına, görmüyorum hiçbir şey. Sadece varlığını hissediyorum. Bu kadına dokunmayı sevdim, hakkı var, çok şımarttı beni. Bir kereliğine gelmedi buraya birkaç gündür hep yanımda, içimde; ama O’nun kadar değil. O’nun teni bir gül yaprağı, ince ve kenarları sakit. Sonbaharlar, kışlar bile bozamazdı O’nun güzelliğini. O hep kırmızı, O hep pembe, O hep beyazdı. Kalın bilekleri, iri kemikleri vardı. Boylu poslu kadın derlerdi O’nun için; fakat ruhu incecikti, hastalıklı gibi. Ne tuhaf kadındı, hep rahatsız, hep sıkışıp kalmıştı kendi kazdığı gizli yolda. Bedeniyle ruhu arasında hep bir boşluk kalırdı sanki kapanmayan bir ara. İkisinden biri bir şey istese öbürü muhakkak karşı çıkardı. Asla anlaşamazlar bütün gün itişip kakışırlardı. O’na “seni seviyorum” dememe hiç izin vermedi. İçi altınlarla, yakutlarla dolu bir sandık gibi yastığının altında her gece sakladı o iki kelimeyi. Bazı geceler açıp yoklardı orada mı diye, sonra bana arkamdan sarılıp buz kesmiş tenini sırtıma bastırırdı. Daima soğuktu; fakat O’nunla iken üşüdüğümü hiç bilmezdim. Hiçbir zaman aynı yaşta olmadı. Bazen on sekiz, bazen yirmi beş, bazen kırk bazense altmış. Ne tuhaf kadındı, en mert erkekten bile mert, benden bile mertti. Birkaç gece geldi bana, orada yanımda ne kadar ucuz ve pasaklıydı kadınlığı, ne kadar yıpranmış. Etrafa saçılmış kırıntılarını topladım O’nun. Işıl ışıl sesini, kıkırdayışlarını taktım saçlarının arasına. O’nu çok uzun uzun sevdim; ama O’na hiç uzun uzun bakamadım. Daha fazla arzulamaya hakkım yoktu bu güzelliği; çünkü sevilmedim o adam kadar, kocası kadar. “Nasıl bir adamdı, ne kadar aynıydık, ne kadar farklıydık?” diye çok sordum kendime. Hayır, o adamı hiç kıskanmadım; O zaten benim yanımdaydı. Koyu kahve tonlarındaki sivri göğüs uçları sırtımdaki kemiğe başını yaslayıp uyurken O’nu yaşamış olmanın verdiği hazın tadı damağımda, az önce ısırdığım dudaklarındaki kan tadı dişlerimin arasındaydı ve ben bu kadarıyla yetinebilmeyi biliyordum, en azından öğrenmeye çalışıyordum. O’nu bu kadar istemesem beni yine ister miydi bi