Öykü
sadece kendim kadar değil. Bir gün gelmezse bana
ölürdüm, bir gün gelmezse bana, kalırsa o adamla çeker
giderdim bir ağıt gibi, önce yıkar devirir tüm mahalleyi, sonra çıt çıkarmadan kaybolurdum gözlerden. Bir
gün giderse bir halattı O’nun nefesi, boynumu sarmalayan ama öldürmeyen sadece can çekiştiren. Bir
kırbaçtı parmakları, göğüs kafesimi kıran, parçalayan.
Gittiğini hiç söylemedi bana, zamanla anladım. Yerini
yalnızlık doldurmaya başlayınca, zamanla başka kadınlar
doluştukça bu odaya. Acıydı O’nun gidişi hem de ne acı...
Sert bir içki gibi tek yudumda yırtan boğazımı… O’na
hiç “kal” dememe izin vermedi, biliyorduk ikimiz de bu
kozalağın da bir gün çatlayacağını ve tüm imkânsızlığını
bir zehir gibi akıtacağını. Durgun bir göldü O’nun yüreği,
ne bir yaprak düşerdi üstüne, ne bir yağmur damlası.
Öylece suskun, ürkek ve derin… Sonra benim yılmaz
sevdam düştü tam ortasına. Sesi denizlerden, okyanuslardan duyuldu. Ama bu kadarmış benim yaşlarım,
o gölle beraber biz de aktık, kuruduk ve yok olduk.
Büsbütün salıverdik. Şimdi hâlâ o adamla
mı diye düşünüyorum da ne fark eder? O
dudaklar mosmor benim hayallerimde, o
eller kırış kırış, o gözler oyuk, içleri boş,
saçları dökülmüş yok, o kadın bir harabe,
o kadın bir darbe, o kadın bir kadın sadece
gözümde. Tuttuğum kalem kâğıt kadar
vefalı değilmiş benim sevdam, affedemedi gidişini, affedebildiği kadar eksiksiz
gelmeyişini. Savaşamadı tutkularıyla,
göremedi düşmanının bir sel gibi usul usul
çoğalarak ve arkadan nasıl sinsice ona
yaklaştığını.
Bir başka kadını sevebilir miyim bir daha
böyle hiç üşümeden, yorgun düşmeden,
pes etmeden, karşılık beklemeden? Bir
kadını sevebilir miyim böylesine ekşi
limon tadında, suratım buruş buruşken. Kaç şehir geçerse
geçsin bu siyah odadan, kaç kadın değerse değsin onun
ıslaklığını yalayıp durduğum dudaklarıma yine de sevebilir miyim bir başkasını? Koyu yeşil bir yosun olsa da
saçları birbirine karışmış arasında denizanaları, yine de
hep kızıl okşayacak gözlerim, kızıl yazacak ellerim bundan sonraları. Bir başka kadının daha bedenini özleyebilir miyim böyle? Görsem de görmesem de aynı hınçla,
damarlarım titreyene ve kemiklerim bir enkaz olup yere
paldır küldür yığılana kadar isteyebilir miyim?
Yataktaki kadın kımıldadı. Bana bakıp gülümsediğini
hissettim. Hayır, O’nunki gibi bir gülümseme değil. Ama
belki de çok yakın, bir milim kala O olmasına. Yine de
kaç kadın geçerse geçsin o değil hiçbiri biliyorum. Kendimi bile inandıramadığım şey de bu: Ben deniyorum, belki
yine ona rastlarım başka kadınlarda diye. Kimisinin eli,
kimisinin kahkahası, kimisinin çene kemiği benziyor
ona. Başta ne kadar kızsam da O’na benziyorlar diye
sonra bir çocuk gibi teslim oluyorum. Karanlıktayken
36
AŞİYAN
O’ymuş gibi hissediyor, düşünüyor, öyle sevişiyorum.
Her şeyiyle tadına varamasam da O’nun her gece başka
bir cazibesinin tadı kalıyor dudaklarımda. Kadınlar, güzel
kadınlar… Bir gün giderlerse çok ağlayacağım hepsinin
arkasından. Sırf beni O’nun hayallerini kurmaya mecbur
bıraktıkları, O’nun gelmeyeceğini hatırlattıkları için.
Yok, yok durun bir dakika. Kapı aralık kalmış, bakın bir
umut daha giriyor içeri. O da gelir mi ki arkasından geri?
Yataktaki kadın kımıldanıyor. Tiz sesi yırtıyor sessizliği.
“Bari bu gece gel de uyu, söz sarılmadan, seni sarmadan
duracağım bu tek kişilik yatakta. Ve sen hayalindeki
kadınla sevişirken gözlerimi kapayıp susacağım. Hele
bir etraf biraz aydınlansın çeker giderim zaten bu
karanlıktan.”
Kalkıp gidiyorum yanına. Bacaklarım çıplak, ayaklarım
üşüyor. Ha düştü ha düşecek yere yüreğim, bedenim,
hayallerim. Yetinemedim, başaramadım annem gibi,
babam gibi ben de yenildim tutkal zaaflarıma.
Titriyorum. Son kez şunlar geçiyor aklımdan, ama
dökülmüyor masanın üstünde bıraktığım kâğıda: Ne var
üstümde geceleri? Neyin yalnızlığı bu? Çok şey mi istiyorum? Gözlerimi kapasam yeter oysaki yapamıyorum.
Seni yumamıyorum, yapamıyorum. Sen gittiğin uzakları
kendine yakıştırıyorsun, bu sokak çocuğunu değil,
bu yüzü gözü is içinde sevdayı değil. Bana da yer
açın o sofrada çok değil, biraz daha, belki birkaç gün,
birkaç hafta. Ne var üstünde geceleri? Hangi şehrin
gün batımı bu giydiğin? Dur kal öyle, o beyaz teninin
kahve kokusunu alıyorum. Bir orkestra yürüyor senin
kokunun zerreciklerinde, bütün sesler kafamın içinde
yankılanıyor, melun bir tat kulaklarımda, kimyona benziyor. Çarpık ayaklarıma tünemiş zift gibi bir yükle sana
doğru koşmaya çalışıyorum. Koşuyorum, koşuyorum
sana hiç ulaşamayarak... Yol boyu hiç ışık yok. Neyin
karanlığı bu? Neyin siyahlığı? Sen söyle bana, gittiğin
yer bıraktığın yerden daha mı aydınlık? Gittiğin yeri
aydınlatan sen misin yoksa?