İçimiz aşkla ve müzikle dolar, yağ-
murlar bizi ıslatmaz ve hep yağ-
mur yağmasını isteriz. Peki bu na-
sıl sona erecek? Bu mükemmellik,
bize sanat inancı aşılayan bu gü-
zellik, sonumuzu hangi eser gibi
getirecek? Annie Hall’daki gibi
yalnız kalıp üzülecek ve hiçbir şeyi
anlayamayacak mıyız yoksa Star-
dust Memories’deki gibi her şeyin
bir film olduğunu, bütün o aşkların
ve çocukluğun kurgusal olduğu-
nu mu göreceğiz? Veya, o büyük
Fransız yazarın romanında olduğu
gibi, bir gün insanlara baktığımız-
da toprağa yaklaştıklarını, saçları-
nın beyazladığını ve herkesin yaş-
lılık koktuğunu mu fark edeceğiz?
İşin saçma ve sanatsal olan yanı,
bütün bunların bizim kontrolü-
müz dışında olması. Bir akşam
konsere gidiyoruz ve o kon-
serdeki mükemmel ışıklar ha-
yatımızı güzelleştirecek şekil-
de aydınlatıyor her şeyi, hayatı.
Buraya kadar zaten kontrol edemi-
yorduk ama sonrasında başlaya-
cak olan sanatsal süreçte de kont-
rol edemiyoruz kendimizi. Sanatı
özümsüyoruz, sanat bir trompetin
yalın sesi gibi bütün vücudumuzu
sarıyor; hareketlerimiz yavaşlıyor
içimizde bir şeyler deliler gibi uçu-
şurken ve birbirleriyle çarpışırken.
En sonunda perde kararıyor ve ha-
yat başlıyor, bir daha asla aynı ol-
mayacak olan. Biten bir kitabın son
sayfasını çevirmek gibi, artık haya-
tımıza girmiştir bunlar. İşte Sinema
bu; acılarımızı azaltır, ama acıtır da.
Atakan Üçgül