bir varoluş ile sonuçlanmaktadır. Konuya hiçlik hissi ve
ölümlü bir hayatın acı veren anlamsızlığı boyutundan
yaklaşan Heidegger, Nietzsche ve Simone de Beauvoir
gibi bir amaç arayışı içine girmiştir. Oysaki dinlerde durum
çok farklıdır.
Din felsefesine genel olarak bakıldığında amaç bellidir:
Tanrı’nın ya da ilahi kuvvetlerin doğrultusunda iyi bir insan
olup sonraki hayata hazırlanmak. Bu durum en çok
Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam için geçerlidir. Modern
felsefenin tümevarımcı anlayışının aksine semavi dinlerin
ya da mitolojik inançların tümdengelimci bir anlayışı
vardır. Ve tüm; Tanrı ya da ilahi olandır. Din felsefesi bu algının
etrafında şekillenmiştir ve bu nedenle hem Diyojen
gibi ilkçağ filozofları, hem de ortaçağ filozofları, felsefelerini
dini ve ahlâki bir temele oturtma ihtiyacı duymuşlardır.
Bu da bilinen anlamda “insan aklının özgürleşmesi”
olan felsefeyi prangalara vurarak asıl anlamından uzaklaştırmaktadır.
Felsefenin babası olarak bilinen Sokrates’i,
Sokrates yapan budur: İnançların buyruğundan
çıkıp özgür düşünebilmek. Nitekim Sokrates, özgür düşünmeye
verdiği önemden dolayı düşüncelerini insanlara
doğrudan empoze etmemiş, doğurtma metodu ile
başkalarının da kendi düşünce sistemlerini oluşturmasını
sağlamıştır. “Atina’nın tanrılarına başkaldırmakla suçlansa
da yolunda yürümeye devam etmiş ve kendini izleyen
Platon ve Aristoteles ile bugüne uzanan felsefi öğretilerin
temelini atmıştır. Sokrates düşüncelerini Atina tanrılarına
karşı hakaret olduğuna inanıp yolundan ayrılsaydı
felsefe bugünkü noktaya ulaşabilir miydi? Muhtemelen
hayır. Onun kendi deneyimlerini felsefileştirmesi bugün
dahi yaşamaktadır. Ancak Yunan dünyasının çok tanrılı
mitolojik inancı miladını doldurmuştur. Dini inançlar insan
iradesinden uzak ilahi temellere dayandırıldığı ve bu
durum beraberinde dinden bağımsız pek çok batıl inanç
getirdiği için dogmatik bir yol takip etmek insanları ileriye
götürmemiştir.
Bir zamanlar Dünya’nın düz olduğuna inanılıyordu ve
bilimsel kanıtlar sayesinde bu inanç değişti. Ancak dünyanın
bugün çok tanrılı değil de tek tanrılı inanç sistemlerini
benimsemiş olmasının mantıklı ya da deneysel bir
nedeni yoktur. Bu inançların varlığını ne kadar devam
ettireceği bilinemez. Dünya’nın şekli örneğinde olduğu
gibi deneysel ve bilimsel kanıtların insanlığın evreni ve
yaşamı anlamasında daha etkili olması empiristlerin, Copernic,
Galilei, Einstein gibi bilim insanlarının düşünce
sistemlerini etkilemiştir. Çünkü felsefe, hayatın her alanıyla
iç içedir. Çok muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip
Sigmund Freud dahi çalışmalarını deneylere ve deneyimlerine
dayandırmıştır. Bu durum bilim ve dini ayırarak
bir nevi fizik-metafizik çatışması yaratmaktadır. Hegel’in
tez-antitez-sentez üçlemesinden oluşan ve zıtlıkları düşünmeyi
amaçlayan diyalektiğinin aksine Russell, aydınlığa
ulaşmanın tek bir yol izlemekle mümkün olabileceğini
şüpheli bir bakış açısıyla öne sürmüştür. “Belki de deneyimin
verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı
inançların etkisini azaltabilir” diyen Russell, yüzyıllardır
süregelen ve hem felsefenin hem de bilimin ilerlemesini
engelleyen inançlar yerine, insanın deneyimlerinden
ders çıkarmasının karanlığı aydınlatabileceğini savunmuştur.
Tıpkı kendi düşündüğü- Düşünüyorum, öyleyse
SOSYAL BİLİMLER
ZÜMRESİ
THE CLAPPER 2014 - 2015
89