2014-2015 | Page 89

bir varoluş ile sonuçlanmaktadır. Konuya hiçlik hissi ve ölümlü bir hayatın acı veren anlamsızlığı boyutundan yaklaşan Heidegger, Nietzsche ve Simone de Beauvoir gibi bir amaç arayışı içine girmiştir. Oysaki dinlerde durum çok farklıdır. Din felsefesine genel olarak bakıldığında amaç bellidir: Tanrı’nın ya da ilahi kuvvetlerin doğrultusunda iyi bir insan olup sonraki hayata hazırlanmak. Bu durum en çok Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam için geçerlidir. Modern felsefenin tümevarımcı anlayışının aksine semavi dinlerin ya da mitolojik inançların tümdengelimci bir anlayışı vardır. Ve tüm; Tanrı ya da ilahi olandır. Din felsefesi bu algının etrafında şekillenmiştir ve bu nedenle hem Diyojen gibi ilkçağ filozofları, hem de ortaçağ filozofları, felsefelerini dini ve ahlâki bir temele oturtma ihtiyacı duymuşlardır. Bu da bilinen anlamda “insan aklının özgürleşmesi” olan felsefeyi prangalara vurarak asıl anlamından uzaklaştırmaktadır. Felsefenin babası olarak bilinen Sokrates’i, Sokrates yapan budur: İnançların buyruğundan çıkıp özgür düşünebilmek. Nitekim Sokrates, özgür düşünmeye verdiği önemden dolayı düşüncelerini insanlara doğrudan empoze etmemiş, doğurtma metodu ile başkalarının da kendi düşünce sistemlerini oluşturmasını sağlamıştır. “Atina’nın tanrılarına başkaldırmakla suçlansa da yolunda yürümeye devam etmiş ve kendini izleyen Platon ve Aristoteles ile bugüne uzanan felsefi öğretilerin temelini atmıştır. Sokrates düşüncelerini Atina tanrılarına karşı hakaret olduğuna inanıp yolundan ayrılsaydı felsefe bugünkü noktaya ulaşabilir miydi? Muhtemelen hayır. Onun kendi deneyimlerini felsefileştirmesi bugün dahi yaşamaktadır. Ancak Yunan dünyasının çok tanrılı mitolojik inancı miladını doldurmuştur. Dini inançlar insan iradesinden uzak ilahi temellere dayandırıldığı ve bu durum beraberinde dinden bağımsız pek çok batıl inanç getirdiği için dogmatik bir yol takip etmek insanları ileriye götürmemiştir. Bir zamanlar Dünya’nın düz olduğuna inanılıyordu ve bilimsel kanıtlar sayesinde bu inanç değişti. Ancak dünyanın bugün çok tanrılı değil de tek tanrılı inanç sistemlerini benimsemiş olmasının mantıklı ya da deneysel bir nedeni yoktur. Bu inançların varlığını ne kadar devam ettireceği bilinemez. Dünya’nın şekli örneğinde olduğu gibi deneysel ve bilimsel kanıtların insanlığın evreni ve yaşamı anlamasında daha etkili olması empiristlerin, Copernic, Galilei, Einstein gibi bilim insanlarının düşünce sistemlerini etkilemiştir. Çünkü felsefe, hayatın her alanıyla iç içedir. Çok muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip Sigmund Freud dahi çalışmalarını deneylere ve deneyimlerine dayandırmıştır. Bu durum bilim ve dini ayırarak bir nevi fizik-metafizik çatışması yaratmaktadır. Hegel’in tez-antitez-sentez üçlemesinden oluşan ve zıtlıkları düşünmeyi amaçlayan diyalektiğinin aksine Russell, aydınlığa ulaşmanın tek bir yol izlemekle mümkün olabileceğini şüpheli bir bakış açısıyla öne sürmüştür. “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir” diyen Russell, yüzyıllardır süregelen ve hem felsefenin hem de bilimin ilerlemesini engelleyen inançlar yerine, insanın deneyimlerinden ders çıkarmasının karanlığı aydınlatabileceğini savunmuştur. Tıpkı kendi düşündüğü- Düşünüyorum, öyleyse SOSYAL BİLİMLER ZÜMRESİ THE CLAPPER 2014 - 2015 89