Kass Morgan
bir vınlama sesi, kulak zarlarını patlatacakmışçasına yükselerek haykırışları ve korkulu hıçkırıkları bastırdı.
Glass koltuğun kolçağını kavrayıp Luke’un elini sıkarak,
korkunun tüm bedenine akın etmesini bekledi. Ama beklediği
olmadı. Korkması gerektiğini biliyordu ama son birkaç günde
yaşananlar onu hissizleştirmişti. Koloni’nin oksijeni biterken,
evinin parçalandığını seyretmek yeterince zordu. Walden’dan
kalkıp hâlâ solunacak havanın bulunduğu Phoenix’e gidebilmek için uzay yürüyüşüne kalkışmak yeterince zordu. Gerçi
annesi ve Luke ile birlikte iniş gemisine binmeyi başardığında
yaşadığı her şeye değdiğini düşünmüştü. Ama Dünya’yı görüp görememek artık umurunda değildi. Her sabah uyanıp da
annesinin öldüğünü anımsamaktansa her şeyin şimdi sona ermesini yeğlerdi.
Yanına şöyle bir göz atınca Luke’un doğruca karşıya baktığını gördü, yüzü kararlılıkla katılaşmış bir maskeyi andırıyordu. Glass’a cesur görünmeye mi çalışıyordu? Yoksa kapsamlı
muhafızlık eğitiminde, baskı altında sükûnetini nasıl koruyacağını mı öğrenmişti? Luke, bundan iyisini hak ediyordu.
Glass yüzünden onca şeyi göze aldıktan sonra, her şey böyle
mi sona erecekti? Koloni’deki kaçınılmaz ölümden, başka bir
korkunç kadere tepeüstü çakılmak için mi kaçmışlardı? İnsanlar en azından bir yüzyıl daha Dünya’ya dönmeyi planlamıyordu. Bilim adamları Felaket’ten arta kalan radyasyonun o
zamana dek normal seviyeye ineceğinden emindi. Bu zamansız bir eve dönüş; belirsizlikten başka bir şey vadetmeyen, çaresiz bir toplu göçtü.
10