TED Meşale Dergisi 37. Sayı | Page 81

Afrika savanasında basit aletler yaparak yaşama tutunan insan soyu bu özelliği sayesinde doğanın acımasız şartlarına uyum sağlamayı başardı . Bin yıllar içinde geliştirdiği avlanmadan pişirmeye , barınmadan giyinmeye tüm alanlarda ulaştığı teknolojilerle diğer yırtıcılar karşısında büyük avantaj elde etti . Gereksinmeden doğan bu el ustalığının kazandırdığı deneyim ve görece rahat yaşam koşulları insanın erken çağlardan itibaren soyut düşünceye yelken açmasına olanak sağladı . Homo sapiens artık diğer canlılardan farklı olarak merak ediyor , hayal kuruyor , çevresinde olan bitene ilişkin açıklamalar getirmeye çalışıyordu . Tıpkı sanat gibi bilim de bu çabalardan doğdu .
Tarih öncesi dönemlerden başlayarak hemen hemen tüm uygarlıkların doğa ve gök olaylarını açıklamaya çalıştığını biliyoruz . Yerleşik hayata geçildikten sonra başlangıçta güvenlik , beslenme , barınma gibi zorunlulukların önündeki doğa engellerini aşmak gerekiyordu . Ünlü bir örnekle , Mısır ’ a can veren Nil ’ in taşkınlarını hesaplamak , selden etkilenen arazileri belirlemek , toprağı buna göre parsellemek tarımı sürdürebilmek için olmazsa olmaz koşuldu . Bu soruna çözüm üretmeye uğraşan eski Mısırlılar bugünkü geometrinin temelinde yatan kimi formülleri bulmayı başardı . Ay ve Güneş tutulması , yıldız kayması , gece-gündüz eşitliği , deprem , yanardağ patlaması gibi olaylarsa bilinen tüm kültürlerde doğa üstü güçlerle bağlantılı görülüyordu . Göklerde varlığını sürdürdüğüne inanılan olağanüstü varlıklara saygılarından veya onlardan korkularından antik toplumlar göğe karşı derin bir merak içindeydi . Türkiye ’ deki Göbeklitepe ’ den ( M . Ö . yaklaşık 9600 ), Britanya ’ daki Stonhenge ’ e ( M . Ö . yaklaşık 3500 ) çeşitli anıtsal yapıların gök cisimlerinin devinimleriyle ilişkisi üzerine araştırmalar sürmektedir . Babillerden kalan kimi belgeler ise günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce ayın evrelerinden yola çıkarak bugün kullandığımız 60 dakikalık saat ile 7 günlük haftanın kaynağını oluşturmaktadır .
Çağımızda anladığımız anlamda bilimin nerede , ne zaman , hangi çalışmayla başladığı sorunu 19 . yüzyıl sonlarında filizlenip 20 . yüzyılın ilk yarısında bağımsız bir akademik disiplin konumuna gelen bilim tarihinin önemli bir konusudur . Çağdaş bilim tarihçilerinden Patricia Fay bu konuda şu çarpıcı saptamayı ortaya koyar : “ Bilimin başladığı belli bir tarih yoktur ve tüm tarihçiler kendi başlangıç noktalarını seçmelidir . Fakat hiçbiri de ideal görünmemektedir . Olasılıklardan biri 1687 yılıdır : Newton ’ un mekanik ve kütleçekimi üzerine yazdığı büyük kitabını yayımladığı yıl . Ama bu kez de Galileo Galilei , William Harvey ve Johannes Kepler gibi dünyaca ünlü pek çok ismi dışarıda bırakmış oluruz . En tutulan tarih seçeneği ise Nikola Kopernik ’ in Dünya ’ nın değil de Güneş ’ in gezegen sistemimizin merkezinde olduğu 1543 yılıdır . Fakat bu seçeneğe de pek çok itiraz gelmiştir , zira bu sefer de fikirleri ta on sekizinci yüzyıla kadar muazzam bir etkiye sahip olan Yunanlılar hariç bırakılmaktadır . 2.500 yıl kadar önce Türk sahillerinde yaşamış Miletli Thales ’ in ilk gerçek bilim insanı olduğu söylenegelir . Thales muhteşem bir geometriciydi ve bir tutulma zamanını başarılı bir şekilde önceden hesaplamıştı . Ama onu seçersek de ondan öncekileri , örneğin Mısırlıları ve Babilleri dışarıda bırakmış oluruz .”
Bir kırılma : Bilim Devrimi
Bilim tarihçileri bilimsel etkinliğin başlangıcı konusunda görüş birliğine varamazken , 16 . yüzyılda kök salan bir Bilim Devrimi olduğu konusunda hemfikirdir . Söz konusu devrim tek bir olayla değil bir süreçle açıklanır . Bu süreç , Thales ’ in tohumlarını attığı Antik Yunan biliminde Aristoteles ’ in sahneye çıkmasından başlayıp Orta Çağ boyunca süren egemen anlayışın hem teorik hem pratik alanda dayanaklarını yitirmesiyle başlar . Çeşitli siyasi ve dinsel nedenlerle milattan sonra yaklaşık 5 . yüzyıldan Rönesans ’ ın yaşandığı 15 . yüzyıla dek bin yıllık bir süreci kapsayan Orta Çağ , Avrupa
39