NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2016
Böyle bir yaşam tarzının olabilmesi, sağlıklı
kişilik gelişimine bağlıdır. (1)
Gordon Allport kişilik konusunda
şunları söyler. Kişilik, bireyle doğmaz
ancak onun doğumuyla başlar. Bugünkü
kişiliğimiz, çocukluğumuzdan beri
karşılaştığımız birçok şeyin sonucudur.
İnsanlarla ilişkilerimiz, başımızdan
geçen tüm tecrübeler şimdiki kişiliğimizi
yaratmakta rol almışlardır. Bu yüzden
yetişmekte olduğumuz çevrenin kişiliğimiz
üzerinde etkisi büyüktür. Elbette kişiliğin
oluşmasında ve şekillenmesinde en önemli
ve etkili faktör ailedir. Samimi, sevecen,
sinirli diye tanımladığımız kişinin bir de
ailesine dönüp bakmak gerekir. Anne ve
baba ilişkilerinde karşılıklı saygı ve sevgi ön
planda ise, çocuklar da saygı ve sevgiyle
hareket eder. Anne ve babası otoriter
davranan çocukların insan ilişkilerinde
sert oldukları yapılan araştırmalarla
doğrulanmıştır. (2) Otoriter tutumlu ile çocuk
merkez tutumlu aileler arasında ciddi kişilik
farkları oluştuğu gözlemlenmiştir.
Erik Erikson, sekiz evreden oluşan
psikososyal gelişim kuramında,
“Çalışkanlığa Karşı Aşağılık Duygusu
(6-11 yaş) Evresinde” ailenin göstereceği
davranışların ileriki yaşları etkileyeceğini
vurgulamıştır. Bu dönem çocuğun okul
çağıdır ve Freud’un beş evreden oluşan
psikososyal gelişim kuramında gizil (latent)
dönemi ile örtüşmektedir. Çocuk okul
çağı içinde yaptıklarının aile tarafından
takdir görmesini bekler. Eğer göremezse,
çocuk kendisini başarısız, yetersiz veya
engellenmiş görür. Bu durum çocukta
aşağılık (yetersizlik-tembellik) duygusu
oluşturur. Anne-baba hem ev içerisinde
hem de sosyal hayatta çocuklarına karşı
davranışlarında çok dikkatli olmalıdır.
Çünkü birçok insan bu dönemde
takılıp ileriki yaşlarda büyük sorunlar
yaşamaktadır.
Ergenlik döneminde duygusal, cinsel,
sosyal, ahlaki ve dini yönden birçok
değişim yaşanmaktadır. Birey, yetişkinliğe
hazırlandığı bu dönemde, duygusal
ve ekonomik bağımsızlık kazanma,
sorumluluk alma, kişiliğini/benliğini
22
oluşturma çabası içerisine girmektedir.
Tabi ergenlerin, benliğini oluşturma ve
geliştirme gayreti içindeyken bir takım
problemler yaşadığı bilinmektedir. (5) Eşler
arasındaki iletişimin çocukluktan ergenliğe
geçişte kişilik üzerindeki etkisi büyüktür. Bu
yüzden eşler, aile içerisinde olabildiğince
demokratik davranmalıdır. Eşlerin
birbirlerine ve çocuklarına karşı tutumu,
aile içinde kişilik odaklı çatışmaların da yok
olmasını ve bireyin ergenlik dönemini daha
rahat geçirmesini sağlayacaktır. Ailelerin,
yaşanılan çatışmalarda ergen bireye
karşı olabildiğince dikkatli davranması
gerekmektedir. Çünkü ergenlik, bir noktada
kırılma dönemi olduğundan eşler, bu
dönemi aile içi bir savaş durumuna
getirmemelidir.
Ergenlik sonrası kişi iş ve eş seçimi
konularında karar verme aşamasına
geçmektedir. Bu evrede birey, kişilik
özellikleri çerçevesinde kararlar alacaktır.
Örneğin; maddi konulardaki aldığı
kararlar, onun benlik/kişilik saygısının
yansımalarıdır. Bu sebeple benlik saygısı
yüksek kişilerin yaptıkları işlerde ve
verdikleri kararlarda kendilerine güven
duygusu yüksek olacaktır. Fakat bu durumu
“egosu yüksek” terimi ile karıştırmamak
gerekir. Ekonomik durumu düşük olanlar,
ekonomik durumu yüksek olanlara “ukala”
veya “kibirli” yakıştırması yapmaktadır.
Ancak ekonomik düzeydeki artışın, bireyin
kendini toplum içinde daha rahat, daha
güçlü hissetmesine, kendine ve ailesine
güvenmesine, arkadaş çevresinde kabul
edilebilir olmasına sebep olduğu da
yadsınamaz. (4)
Alfred Adler, maddi durumla değişen
kişilik özelliklerini daha çok üstünlük çabası
ile açıklamaya çalışmıştır. Yaşamın temel
amacının kişinin benliğini en mükemmel
duruma getirmek ve çocukluğunda elde
ettiği aşağılık duygusundan kurtarmak
olduğunu söyler. Yani; satın alınan evler,
arabalar benliği mükemmel kılmaya ve
başkalarına göre daha az aşağılık duymaya
yöneliktir. (2) Adler, kişilerin sağlıklı ilişki
kurabilmesinin gerekliliği olarak bunu
yaptıklarını düşünmüştür.
Eric Fromm, “İnsan amacının, yaşamdan
hoşlanma ya da ailesine karşı olan ödevini
yerine getirebilme olduğunu düşünebilir.
Oysa gerçek amacı, bilinç dışı da olsa,
para ya da parayı istiflemekten doğan
haz aracılığıyla elde ettiği güçtür.” diyerek,
insanların haz duymak için maddiyata
daha fazla önem verdiklerini düşünmüştür.
Freud’a göre, id ve süperego arasındaki
çatışmayı yönetmeye çalışan ego,
“benim olmalı” diyen idin isteklerine karşı
duramaz ve satın aldığı bir nesneyi herkese
gösterişli bir şekilde gösterir. Çünkü idi
dizginleyemeyen ego, ahlaklı bir davranış
gösteremez. Bu sebeple bireylerin kişilik
özelliklerinde bu çatışmanın güçlü yanı,
davranışları şekillendirmektedir.
Örneğin izlediğimiz reklamlar, aldığımız
eşyalar kişiliğimizde hangi yanın güçlü
olduğu konusunda fikir verebilir. Yapılan
çalışmalar, reklam iletilerinin etkili
ve ikna edici olmasının tek yolunun,
reklamların kişilik birimlerine seslenmiş
olması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. İleti,
ide seslendiğinde, algılama sürecinde
kişinin dürtüleri; ileti egoya seslendiğinde,
mantığı; süperegoya seslendiğinde de
vicdanı ön plana çıkmakta ve etkileyici rol
oynamaktadır. Kişilik birimleri aracılığıyla
oluşan bu etki ise, bireyin davranış
değişikliğine neden olmaktadır. (3)
Sonuç olarak açıklamaya çalıştığımız,
ego artışı, ego analizi, yüksek ego, ego
tatmini gibi terimlerin kişiliğimiz olduğu,
egonun sadece kişiliğimizin bir parçası
olduğudur. Bu sebeple davranışlarımıza
olabildiğince olumlu anlamda yön
vermeye, sağlıklı ve mutlu bir hayat
yaşamaya çalışmalıyız.
Kaynaklar:
(1) Aslan, E. (1992) M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Dergisi.
Benlik kavramı ve bireyin yaşamındaki etkileri, 4, 7-14
(2) gokcebey.beun.edu.tr/wp-content/uploads/2012/.../kisilik_ve_
benlik.ppt
(3) Oktuğ, Z. (2007) Freud’un Kişilik Birimleri (iD-Ego-Süperego) ile
Reklam İletisinin İzleyici Üstünde Yarattığı Etkiler Arasındaki Bağlantı :
“Magnum, Kalbim Benecol Ve Lösev Reklamları Üzerine Bir Araştırma”
İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul
(4) Tözün, M. (2010). Geniş Açı Dergisi. Benlik Saygısı, 52-57
(5) YİĞİT, H.(2010) Ergenlerin Benlik Saygılarının YaşamDoyumu Ve
Bazı Özlük Nitelikleri Açısından İncelenmesi Selçuk Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Psikolojik Danışma Ve
Rehberlik Bilim Dalı, Konya.
Dünyanın en güzel
selamını veren komutan;
Aliya
Hanife DÖNER
Ne zaman aklıma Bosna ya da
11 Temmuz’da Serebrenitsa’nın
katliamı gelse Batının o mağlup olmuş
insanlığını, tüyler ürpertici zalimliğini,
kan dondurucu kitle soykırımını
hatırlarım. Avrupa’nın tam ortasında
1992’de başlayıp dört yıl süren bu
hayâsız akına (Türkiye ve birkaç ülke
hariç) birçok dünya ülkesi kör, sağır ve
dilsiz olmuş, yapılan zulmü nedense
görmezden gelmişlerdi. Hiçbir şey
yapmadıkları gibi hatta dolaylı yönden
yardım bile etmişlerdi.
Bir canavara dönüşerek, tarihe
adlarını kanla yazdıracak olan Sırp
ve Hırvat askerleri, komutanlarından
aldıkları emirle daha düne kadar kapı
bir komşuları olan Boşnak kadınlarını,
erkeklerini, yaşlılarını, çocuklarını,
bebeklerini hunharca katlediyordu.
"Ben bir Müslümanım
ve öyle kalacağım.
Kendimi dünyadaki
İslam davasının bir
neferi olarak telakki
ediyorum ve son
günüme kadar da
böyle hissedeceğim.
Çünkü İslam benim
için güzel ve asil olan
her şeyin diğer adı;
dünyadaki Müslüman
halklar için daha iyi bir
gelecek vaadinin ya da
umudunun, onlar için
onurlu ve özgür bir
hayatın, kısacası benim
inancıma göre uğrunda
yaşamaya değer olan
her şeyin adıdır."
Daha burada yazmaya gücümün
yetmediği Avrupa’nın gözünün
önünde birçok işkence, tecavüz, toplu
katliam gerçekleştirip, insanlığımızdan
utanmamızı sağlamışlardı.
Aliya İzzetbegoviç’in kendi ifadesiyle:
“Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde
eğik gitmiyorum çünkü biz çocuk, kadın
ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir
kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar
23