Perspective Perspective 37. Sayı | Page 53

taşlara bastığını hayal ederlerdi. Ne kadar eskiydi ki o taşlar? Arnavut kaldırımıysa mutlaka daha eskidir. “Osmanlı zamanında buralarda ya- şayan var mıdır?” diye sordu Zekai bir keresinde, bilmem. Ne yıllardır oturduğu şehri tanır, ne tarihten an- lar. Hep iddialaşırlardı, bazen dövüş hakkında bazen de horoz sahipleri hakkında (kimisi kavga çıkarırdı). Yanında Zekai olsa bu kez beyaz ho- rozun kazanacağına girerdi bahse. Zaten beyazın kazanmasını isterdi her defasında, beyaz ona göre gücü temsil ediyordu.  “İçindeki karam- sarlıktan.” demişti Zekai, “Altı üstü bir renk.” –Selamunaleyküm, –geç bakalım. –Daha tıfılını bulamamışlar mı bu- nun, bıyığı da çok çirkinmiş. Depoya girdi. Dövüş birazdan başlayacaktı. Bahisçi için işler yolunda olmalıydı, yeterince dolmuştu içerisi. Horozla- rı getirdiler. Biri kırmızı, biri siyah- tı. Kimin kazanacağına dair tahmin yapmadı o sebepten ötürü. O izbe depodaki kitlenin oldukça mide bulandırıcı olduğunun farkınday- dı. Zira her birinin yüzünden pislik akıyordu, yüzlerini net göremese de (sigara dumanından sis oluşmuştu sanki).Tabloya kendisinin de dahil olduğunu biliyordu ama nasıl bir insan olduğunu düşünmeyi sev- mezdi, düşündükçe karnına ağrılar girerdi. Travma gelmeden kollarını açıp gerindi, kurtulmuştu. Ve dövüş başladı. Cebinden ufak bir parayı çıkarıp horozun birine yatırmıştı, hangisi olduğunu hatırlamıyordu şimdi. Birkaç darbe sonrası sesleri işitememeye başladı, bütün gürül- tü kesilmişti. Odaklandığı mutlak şey gözler önündeki iki horoz oldu. Perde karardı, daha doğrusu renk- lendi. Çünkü öncesinde daha bula- nık görüyordu paslı demirden hal- kanın içindeki horozları. Yanındaki kalabalık kısa süreliğine yoktu. O an, horozlar ona pek masum geldi. Neden orada olduklarını bilmeyen iki hayvan. Az sonra birisi mağlup olacak, hırpalanacak, kim bilir belki öldürülecek. Çünkü kimi dövüşle- rin sonunda izleyiciler bağırır çağı- rır, kaybeden ölsün ister. Mağlubun sahibine para teklif ederler kendi horozunu öldürsün diye. Ondandır ki bahisçinin masasında keskin bir bıçak vardır daima. Zaten yenilginin hıncıyla sahibi kabul ederse tekli- fi, seyirci daha da keyiflenir. Küfür kıyamet zaman akmaya devam etti, uğultudan kulaklarını kapattı. Kala- balıktan zamanlı zamansız bağırış- lar geliyordu. Yaşadığı hissiyat çok açıktı: Kalabalığın lincine maruz kalan artık oydu, horozlar değil. Se- yirciler bağırdıkça kalbi sıkışıyordu, bir araya gelmiş insanlar halkadaki- lerin kaderini tayin ediyordu, evet. “İçindeki karamsarlık- tan.” demişti Zekai, “Altı üstü bir renk.” 49 Artık halkada o vardı. Gözlerinden yaşlar aktı. Hayvanlar gittikçe yorulmuştu, si- yahın gagasının altı kanamış, kır- mızının boynunda tüy kalmamıştı. Kırmızı düştü yere. Sonunu izle- memek için dışarı çıktı. O sokağa sığındı, sokak da ona. Ufak bir ra- hatlamanın peşi sıra bomboş bir görüntü. Koşarak Karaköy’e insem dedi, koşamazdı. Ayak seslerinin bu kadar hızlı çıkmasına katlanamıyor- du. Derince bir nefes aldı, yanından geçtiği ihtiyara selam verdi. Adamın evsiz olduğunu ve kulakların duy- madığını Galata Köprüsü’ne varınca anladı. Başka türlü selamını duy- mama olanağı yoktu, hep bağırarak konuşurdu. ““Şuracıktan atıversem kendimi, huzura kavuşmaz mıyım?” diye düşündü. Deniz dipleri ölüyü kabul etmez, atlarsa batmazdı. Ce- sedi kaybolmazsa huzursuzluk çıka- rır insanlara, huzursuzluktan huzur doğmaz, gittiği yerde rahat bırak- mazlar. Atlamadı. Ders sonrasında insan dertsiz tasasız olmalı. İki saatlik nefessiz travmala- rın ardından gerçekliğe geri döndü- ğünde basit kaygılar kaplamamalı aklını. Lakin asla öyle olmadı kendi adıma. Çantanın fermuarını kapa- dıktan sonra hep ne yapacağımı dü- şünürüm. P