taşlara bastığını hayal ederlerdi. Ne
kadar eskiydi ki o taşlar? Arnavut
kaldırımıysa mutlaka daha eskidir.
“Osmanlı zamanında buralarda ya-
şayan var mıdır?” diye sordu Zekai
bir keresinde, bilmem. Ne yıllardır
oturduğu şehri tanır, ne tarihten an-
lar. Hep iddialaşırlardı, bazen dövüş
hakkında bazen de horoz sahipleri
hakkında (kimisi kavga çıkarırdı).
Yanında Zekai olsa bu kez beyaz ho-
rozun kazanacağına girerdi bahse.
Zaten beyazın kazanmasını isterdi
her defasında, beyaz ona göre gücü
temsil ediyordu. “İçindeki karam-
sarlıktan.” demişti Zekai, “Altı üstü
bir renk.”
–Selamunaleyküm,
–geç bakalım.
–Daha tıfılını bulamamışlar mı bu-
nun, bıyığı da çok çirkinmiş. Depoya
girdi. Dövüş birazdan başlayacaktı.
Bahisçi için işler yolunda olmalıydı,
yeterince dolmuştu içerisi. Horozla-
rı getirdiler. Biri kırmızı, biri siyah-
tı. Kimin kazanacağına dair tahmin
yapmadı o sebepten ötürü. O izbe
depodaki kitlenin oldukça mide
bulandırıcı olduğunun farkınday-
dı. Zira her birinin yüzünden pislik
akıyordu, yüzlerini net göremese de
(sigara dumanından sis oluşmuştu
sanki).Tabloya kendisinin de dahil
olduğunu biliyordu ama nasıl bir
insan olduğunu düşünmeyi sev-
mezdi, düşündükçe karnına ağrılar
girerdi. Travma gelmeden kollarını
açıp gerindi, kurtulmuştu. Ve dövüş
başladı. Cebinden ufak bir parayı
çıkarıp horozun birine yatırmıştı,
hangisi olduğunu hatırlamıyordu
şimdi. Birkaç darbe sonrası sesleri
işitememeye başladı, bütün gürül-
tü kesilmişti. Odaklandığı mutlak
şey gözler önündeki iki horoz oldu.
Perde karardı, daha doğrusu renk-
lendi. Çünkü öncesinde daha bula-
nık görüyordu paslı demirden hal-
kanın içindeki horozları. Yanındaki
kalabalık kısa süreliğine yoktu. O
an, horozlar ona pek masum geldi.
Neden orada olduklarını bilmeyen
iki hayvan. Az sonra birisi mağlup
olacak, hırpalanacak, kim bilir belki
öldürülecek. Çünkü kimi dövüşle-
rin sonunda izleyiciler bağırır çağı-
rır, kaybeden ölsün ister. Mağlubun
sahibine para teklif ederler kendi
horozunu öldürsün diye. Ondandır
ki bahisçinin masasında keskin bir
bıçak vardır daima. Zaten yenilginin
hıncıyla sahibi kabul ederse tekli-
fi, seyirci daha da keyiflenir. Küfür
kıyamet zaman akmaya devam etti,
uğultudan kulaklarını kapattı. Kala-
balıktan zamanlı zamansız bağırış-
lar geliyordu. Yaşadığı hissiyat çok
açıktı: Kalabalığın lincine maruz
kalan artık oydu, horozlar değil. Se-
yirciler bağırdıkça kalbi sıkışıyordu,
bir araya gelmiş insanlar halkadaki-
lerin kaderini tayin ediyordu, evet.
“İçindeki
karamsarlık-
tan.” demişti
Zekai, “Altı
üstü bir renk.”
49
Artık halkada o vardı. Gözlerinden
yaşlar aktı.
Hayvanlar gittikçe yorulmuştu, si-
yahın gagasının altı kanamış, kır-
mızının boynunda tüy kalmamıştı.
Kırmızı düştü yere. Sonunu izle-
memek için dışarı çıktı. O sokağa
sığındı, sokak da ona. Ufak bir ra-
hatlamanın peşi sıra bomboş bir
görüntü. Koşarak Karaköy’e insem
dedi, koşamazdı. Ayak seslerinin bu
kadar hızlı çıkmasına katlanamıyor-
du. Derince bir nefes aldı, yanından
geçtiği ihtiyara selam verdi. Adamın
evsiz olduğunu ve kulakların duy-
madığını Galata Köprüsü’ne varınca
anladı. Başka türlü selamını duy-
mama olanağı yoktu, hep bağırarak
konuşurdu. ““Şuracıktan atıversem
kendimi, huzura kavuşmaz mıyım?”
diye düşündü. Deniz dipleri ölüyü
kabul etmez, atlarsa batmazdı. Ce-
sedi kaybolmazsa huzursuzluk çıka-
rır insanlara, huzursuzluktan huzur
doğmaz, gittiği yerde rahat bırak-
mazlar. Atlamadı.
Ders sonrasında insan dertsiz tasasız
olmalı. İki saatlik nefessiz travmala-
rın ardından gerçekliğe geri döndü-
ğünde basit kaygılar kaplamamalı
aklını. Lakin asla öyle olmadı kendi
adıma. Çantanın fermuarını kapa-
dıktan sonra hep ne yapacağımı dü-
şünürüm. P