senede bir ya da iki film olabiliyor. Bu-
rası ise koskoca bir şirket, yürüyen bir
gemi gibi. Bizi o beslemeye yetmez, ya-
kıt yetmez ona. Art house öyle bir yolcu-
luk ki, iki sene o filme baş koyuyorsun.
Avrupa’daki fonlar, iletişimler, yazarlar,
destekler, buradaki bakanlıktan destek-
ler, bir takım parasız ya da çok düşük
ekonomiyle bir takım ekipleri organize
etmeye çalışmalar, çok uzun sürelere
yayılmış bir film çekim süreci vesaire.
Bizimki daha ticari yönü. Bu ikisini bir
arada yapmak gibi bir durum söz konu-
su değil bence. En azından ben becere-
mem diyebiliyorum.
P: Zaten hem öyle sanatsal bir iş yap-
tığınızda hem de daha eğlence sek-
törüne yöneldiğinizde bu bir kafa
karışıklığı da yaratıyor. Tarzınızın
hangisi olduğu yönünde düşünüyor
toplum da.
T.S: Evet, yani bizim alternatif deneme-
lerimiz de var ama çok kolay olmuyor
tutturmak.
69
P: Toplum olarak da çok hazır deği-
liz gibi böyle sanatsal ürünler izleyip
yorumlamaya. Sanat dergileri yeni
yeni artmaya başladı, festivaller daha
çok konuşulur hâle geldi. Bundan 5-6
sene öncesine baktığımızda da görü-
yoruz ki bu, şu an patlayan bir durum
aslında.
T.S: Evet, ama yine de baktığımızda
sayı olarak kitle içinde çok küçük. 70
milyonluk nüfusta 18 yaş üstü diyelim
40 milyonun üstünde insan olsa, bu
40 milyonluk kişinin içinde sanıyorum
2000 civarı kişiden bahsediyoruz. Bile-
mediniz 3000 kişi. Biz sinema istatistik-
lerine de bakıyoruz mesela, genelde hep
aynı 250.000 kişi sinema biletini üreti-
yor. Yani onun dışında bir kere gidiyor
insanlar, çok büyük bir film çıktığında.
P: Peki sizce televizyonun bunda bir
etkisi var mı? Bugün baktığımızda
sanki şu var ki eskiden televizyonu
açtığımızda daha çok filmlerle veya
kaliteli dizilerle karşılaşıyorduk.
Şimdi ise daha çok zamanı geçirmeye
yönelik programlarla dolmuş durum-
da. Bu da etkiliyor olabilir mi?
T.S: Tabii, televizyon öyle bir şey. Çok
fazla üretim var. Bu kadar zamanda
bu kadar çok üretimin hepsini kaliteli
yapmak mümkün değil. Bence sektö-
rün sorunu bu, hızlı bir tüketim var.
Fakat geçmişte şunu da gördük ki, za-
ten Türkiye’de sinema sektörü diye bir
şey kalmamıştı 70’lerden sonra. Sinema
diye bir şey yoktu, sektör kalmamıştı. O
yüzden televizyonun olumlu bir etkisi
oldu tam aksine. Dünyada bunun tersini
söyleyebiliriz. Ama Türkiye’de yeniden o
hava oluşmaya başladı, yeniden oyuncu
ve yazarlar yetişmeye başladı. Bence tam
aksine televizyon uzun süredir sinemayı
destekleyici bir unsur, bir endüstri oldu.
Ama bundan sonra nereye gider, nasıl
değişir bakacağız.
P: Türkiye’de oyuncuların bilinirliği
de çok ön planda. Bir Amerikan yapı-
mını izlediğimizde daha çok oyuncu
için izlemiyoruz onu; konusu, senar-
yosu için izliyoruz. Türkiye’de ise
bilinen bir oyuncunun adını gördüğü-
müzde “O da mı orada oynuyormuş?”
ya da “O neden orada oynuyormuş?”
diyoruz ve ister istemez açılıyor o
televizyon. Galiba daha çok oyuncu-
lar üzerinden de bir sektör oluşma-
ya başladı. Siz de yaptığınız işlerde
seçtiğiniz oyuncuların kim olduğuna
önem veriyor musunuz?
T.S: Oyuncuların oraya uymasına önem
veriyorum ben. Çünkü diyelim ki çok
çok ünlü birisi var, ona bir bölüm için
gelip bakarlar. Sonra iş konuşuyor. Yani
ben size o kadar çok örnek veririm ki,
geliyor hiç beklemediğin iş sana tokadı
atıp gidiyor. Ya da çok da ünlü olma-
dıklarını varsaydığın birilerinin dizisi
tak diye gelir, seni paketler gönderir.
Benim hayatımda da bir sürü ünlüyü
koyduğumuz ama yürüyemediğimiz
tecrübelerim var. Tam aksine de size
mesela Kavak Yelleri’ni örnek vereyim.
Kavak Yelleri beş yıl sürdü ve beş yılın
ilk üçü boyunca hep birinciydi, ki çok
zor bir rekabetti. Ondan sonraki yıllarda
da hep ilk 3’teydi. Kim vardı meşhur?
Hepsi no-name. Sıfırdan, baştan aşağı.
Onlarca böyle örnek verebilirim size.
Aslolan hikâye, senaryo ve iyi realizas-
yon. İyi realizasyon olduğunda karşılı-
ğını almaya başlıyorsun. Bazı şeyler de
kısmet gibi. İstediğiniz kadar her şeyi
doğru yapın, oyuncu doğru görünsün,
senaryo çok doğru görünsün, bazen de
işin kimyası tutmaz. Bu işin ruhuyla il-
gili bir şey. Tutmaz, seyirci sevmez. İçine
almaz. Sonunda da seyirci karar veriyor,
sevmeyince kafasına silah doğrultup iz-
letmek diye bir şey yok. Bazen de kor-
kup tutmaz diye baktığınız bir proje çok
başarılı oluyor. Yani evdeki hesap çarşıya
uymayabiliyor. P