Sıradan insanların hayatında büyük travma
yaratabilecek bir şeye tanık olur.
Büyük oğluna hamileyken Bakırköy Akıl
Hastanesi’ni görmeye gider. O zamanın
Bakırköy’ü kabus.Çırılçıplak dolaşıyor
hastaları, demir parlaklıkların arasındalar.
Hastane demek uygunsuz kalır, bildiğiniz
tımarhane.Tam gencecik tıp öğrencileri
dehşet içinde bakarken,hastane rehberi uzak
kalın uyarılarıyla öğrenci grubunu cüzzamlılar
pavyonuna götürür.
Şimdi düşünün, gencecik hamile bir kadın
ve diğer tıp öğrencileri. Bir balkondan aşağı
bakmaktalar. Çukur bir alanda üç barakadan
paramparça giysiler içinde cüzzamlılar
çıkıyor.Bir görevli gelip yemeklerini onlara
hiç değmeden bir barkaca boşaltıp gidiyor.
Hayvanat bahçesindeki bir sahneden farksız.
Öyle içine dokunmuş olmalı ki bu manzara
Türkan’ın, unutamaz, isyan eder. Kitap arar
bu konuda; okur,araştırır. Öğrenir ki
bu hastalığın tedavisi var aslında.Öyle
dokunarak da bulaşmıyor sanıldığı
gibi.
Gider, uzmanlık olarak deri ve zuhrevi
rahatsızlıkları seçer ki onlara çare
olabilsin.
Bu ülkede cüzzamlılara “eliyle” ilk
dokunan, yaralarını saran o olur.Önce
Cüzzamla Savaş Derneği’ni kurar.O
meşhur korku filmi gibi pavyonları
daha ulaşılır, yaşanır bir hale getirir.
Sonra en büyük hayalini gerçekleştirir,
“Lepra Hastanesi”.Yıl 1977.
Devletten yardım görmez. Orada
çalışacak gönüllü doktor ve hemşire bulmak
bile ayrı bir çaba gerektirir. O tıp mensuplarını
bilgilendirip ikna etmek de kendisine düşer.
Alanında o kadar başarılı hekimler yetişir ki
o hastanede, sonradan çok değerli isimler
olarak tıp literatürüne geçerler.
Sadece hastane de değil, sosyal bir yardım
merkezi olur Lepra Hastanesi.Mesela
cüzzamlıların ayakları deforme olmuş, özel
ayakkabı giymeleri gerekiyor.Ayakkabı
atölyesi kurulur hastanenin içine.Atölyede
çalışan kim mi? Yine cüzzamlılar! Okuma
yazma bilmeyen hastalara okuma yazma
Ramazan Bolelli; [email protected]
kursları açılır.Bahçıvanlık yapar hastalar,
bahçeyi onlar düzenlerler.
Hayatın başka boyutlarını da ıskalamaz bu
arada Türkan. Fırsat buldukça okur mesela.
Kese kağıtlarının bile açıp içini okurum
diyen bir kadın olarak anılır. Hastanedeki
odasını öyle bir döşemiştir ki, hastalar
kapıda ayakkablarını çıkartmaya yeltenir.
Pencerelerde perde niyetine rengarenk,
kenarı oyma yazmalar, Japonya’dan gelmiş
oyuncak bebekler, duvarlarda bir sürü
foroğraf, koltuklara serili Anadolu kilimleri...
Umutsuzluğa hiç yer vermez hayatında
Türkan Hoca.”Ömür boyu kendimi hep
sıfırdan başlamaya hazır hissetmişimdir.”
der açık açık.Hayatta en sevdiği şey olur
mesleği.”Bir gün elimden diplomam alınsa,
gider yenisini alırım.” diyecek kadar manen
de bağımsız.
Hepimiz onu ÇYDD ile, bu ülkenin kız
çocuklarını okutabilmek için verdiği onurlu
mücadele ile tanırız.Ama çoğumuz onun
kaç ayrı meydanda savaştığını bilmeyiz.
Bunca karpuzu o incecik bedenle nasıl
taşıyabildiğine aklımızı erdiremeyiz.
İnsan yanı...Mesela renklerden kırmızıyı,
tatlılardan tavuk göğsünü, çiçeklerden
papatyayı çok severmiş.Kabak çekirdeğine
bayılırmış.Saatine sadece saati görmek için
değil, zamanı planlamak için bakarmış.
Saniyelere bile değer verirmiş.Çocukluğunda
en çok özlediği şey şeftalinin ağaçtan
koparılırkenki kokusuymuş...
19