Faruk Yıldız
Balkon ufaktı. Açık olan tek cephesi
karşıya, açık sarı mahalle camisine
bakıyordu. Ortada küçük bir masa,
karşılıklı konmuş iki eski sandalye,
masanın üstünde çoktan solup gitmiş,
yoğurt kovasından bozma bir saksı içinde
kurumuş fesleğenler…
Vahit Bey, daralan yüreğini teskin edecek
birkaç nefes alma ümidiyle kapıyı açıp
usulca balkona çıktı. Her zamanki gibi
kapıya yakın sandalyeyi çekip yıkılır gibi
üzerine bıraktı kendini.
93 baharında almıştı bu evi. O vakitler
burası şehrin biraz daha dışında kalıyordu.
Öyle ahım şahım bir yer değildi elbet ama
memur başına ev almak, o günlerde pek
de kolay iş değildi. Zamanında, tanıdık bir
esnaf inşaata temelden girmiş, borca
sıkışınca da elden çıkarmak istemişti bu
daireyi. O da Vahit Bey’e kısmet olmuş
işte.
Tek başına olsa asla beceremezdi. Neyse ki
Nevin Hanım ev alana Allah yardım eder
deyip arka çıkmıştı kocasına. Ta düğünden
sakladığı altınları, kenarda tuttukları üç
beş kuruşun üzerine koyup birlikte
yüklüce bir borcun altına girdiler. Ödeyene
kadar bin bir türlü mahrumiyete boyun
bükmek zorunda kaldı ikisi de. Bir sene
daha idare eder ayakkabılar, ukdelerle
rafta kalan kıyafetler, simitle geçiştirilen
öğünler… Dişten tırnaktan artırıp sonunda
aldılar burayı.
Esasında sevdiler de…
Ara katta, iki çocuk için iki ayrı oda, ufak
da olsa müstakil bir mutfak, bir de işte şu
balkon…. Allah şahit, alıcı gözüyle ilk defa
gezdiklerinde her şey daha bir başka
görünmüştü gözlerine. Sahip olma hevesi,
o tuhaf ateş insanın içine bir kere
düşmeye görsün. Her bir kusur görünmez
oldu sanki. Boya eskimişse kolayca
hallolurdu mesela. Kapılara bir kat cila
hepsi gıcır gıcır parlardı.
22