Natura March - April 2011 | Page 97

Kuramata’nın sayesinde farklı malzemelerle çalışmayı öğrenen Pawson 1981’de ülkesine döndüğünde yine Kuramata’nun teşvikiyle Londra’daki Mimari Derneği’ne yazıldı ve öğrendiklerini özgürce uygulama şansı yakaladı. Burada daha çok ışık, orantı ve mekan hakkındaki kavramsal sorunlar üzerine kafa yormayı tercih ediyordu. Sanat eleştirmeni Heester van Royen’in evini dekore ettikten sonra hızla iş almaya başladı. Yazar Bruce Chatwin, Opera yönetmeni Pierrre Audi ve koleksiyoner Doris Lockhart Saatchi müşterileri arasındaydı. Ayrıca içlerinde Londra’daki Waddington ve New York’taki PPWO’nun da olduğu pek çok galeride çalışmalar yaptı. Seksenlerin mimari akımlarından uzak durarak minimalist bir tarzı tercih eden Pawson, zen öğretilerini, keşiş mimarisini ve boş kiliselerin sükunetini bir araya getirerek doğu ve batının bir sentezini elde ediyordu. Özel evler için yaptığı tasarımlar devam ederken Tokyo banliyöleri ve İsveç’in güneyinde yaptığı çalışmalar isminin iyice anılır olmasını sağladı. 1993’te Calvin Klein’la tanışmasıysa onu mimarlık dünyasında tamamen popüler bir isim haline getirecekti. Pawson, markanın New York Manhattan’da açacağı ilk amiral gemisi mağazanın tasarımını yapacaktı. After he designed the house of the acclaimed art critic Heester van Royen, he began to attract more clients –including among others the writer Bruce Chatwin, the opera director Pierrre Audi and art collector Doris Lockhart Saatchi. He also worked for a number of art galleries including the Waddington of London and the PPOW of New York. Preferring a minimal style away from the architectural trends of the 80s, Pawson was seeking a synthesis of the East and the West in his designs combining the teachings of Zen, the architecture of the monasteries and the serenity of vacant old churches. While he continued working on commissions of private house designs in settings as diverse as the suburbs of Tokyo and the rural south of Switzerland, his work gained great prominence and acclaim as a result of an impromptu meeting with Calvin Klein that took place in 1993. At the end of this meeting, Pawson was commissioned for the design of the first flagship store of the brand in Manhattan, New York. BASİT AMA İHTİŞAMLI: TAŞ EVİN SÜKUNETİ Taş Ev fikri Pawson’ın aklına Milano Üniversitesi’nin avlusunu gördüğünde gelmiş. İlk bakışta, Taş Ev var olan bir yolun üzerine yerleştirilmiş basit, ev formunda bir yapı sadece. Oysa basitlik Pawson’ın yapıtının en önemli özelliği. Bu basitlik yapıya beklenmedik bir gizem katıyor. İnanılmaz netlikte kesilmiş taşların mükemmelliği hem makine hassasiyetine hem de çok daha temel duygulara gönderme yapıyor. Yapının altında yatan fikri oluşturan net karşıtlıklar, pürüzlü ve pürüzsüz yüzeyler, ışık ve gölge, içine kapalılık ve dışarıya açıklık, bu basit görünüme ciddi bir derinlik katıyor. Pawson bugünün mimarlarının geçmişe bakması gerektiğini düşünüyor. Zamana karşı direnme gücüne sahip gerçek tasarımları geçmişte bulabileceğimize inanıyor. Pawson’ın bu tasarımındaki en önemli esin kaynağı ise ilk dönem kiliseleri. Mimarinin naif karakterini yansıtan bu yapıtlar aslında ekolojik mimari için de iyi örnekler. Basit malzemelerle ruhani bir hava yakalamayı başaran bu yapıların Pawson’ın çocukluğunda bıraktığı izler kendini Taş Ev’de hemen belli ediyor. Mekanın içine yerleştirilmiş özel tasarım ve elbette yine çok minimal banklar, mekanın içine girenlere sanki o ilk dönem kiliselerinden birinin içindeymiş gibi oturup yapının ihtişamlı sükuneti hakkında düşünme fırsatı tanıyor. Bu sıradan ev formunda yapıyı önemli bir tasarıma dönüştüren asıl detay ise sanki erken dönem kiliseleri referansının altını çizmek istercesine mekanın tavanına açılmış haç şeklinde yarıklar. Yekpare ve ağır görünümlü yapıyı boydan boya geçen bu yarıklar hem tasarıma bir hafiflik kazandırıyor hem de kalın gri duvarların sağladığı güven ve içe kapalılık duygusunu kırıp, iç mekanı dışarıdan gelen ışığa, gökyüzüne ve olası diğer iklim olaylarına (yağmur, kar, vs.), yani bir nevi hayata, açıyor. Ama elbette Pawson’ın Taş Ev’i sadece iyi bir tasarımı günümüze taşımaktan ibaret değil. Pawson bir yandan mimari yapılar için geçmişe bakarken, bir yandan da yapı bileşenleri açısından gözünü geleceğe dikiyor. Geri dönüşümlü bir malzeme olan Lithoverde’yi kullanması, ekolojik kaygılar taşıması, sürdürülebilir mimarlık üzerine kafa yorması hep bu yüzden. Benzer şekilde ışıklandırma konusunda da çok yenilikçi malzemeler kullanıyor. Gün ışığında iç mekana dış dünyanın sızmasına imkan sağlayan kesikler, gece vakti Taş Ev’in SIMPLE BUT SUBLIME: THE SERENITY OF THE HOUSE OF STONE The idea of the House of Stone emerged when Pawson first set eyes on the courtyard of the University of Milan. At first sight, the House of Stone seems like a simple, house-shaped structure standing on an already existing path. Yet this simplicity proves to be the key quality of Pawson’s design, imbuing it with an inexplicable sense of mystery. The incredible exactitude of the cuts on stone 6