Kuramata’nın sayesinde farklı malzemelerle çalışmayı öğrenen Pawson
1981’de ülkesine döndüğünde yine Kuramata’nun teşvikiyle Londra’daki
Mimari Derneği’ne yazıldı ve öğrendiklerini özgürce uygulama şansı
yakaladı.
Burada daha çok ışık, orantı ve mekan hakkındaki kavramsal sorunlar
üzerine kafa yormayı tercih ediyordu. Sanat eleştirmeni Heester van
Royen’in evini dekore ettikten sonra hızla iş almaya başladı. Yazar Bruce
Chatwin, Opera yönetmeni Pierrre Audi ve koleksiyoner Doris Lockhart
Saatchi müşterileri arasındaydı. Ayrıca içlerinde Londra’daki Waddington
ve New York’taki PPWO’nun da olduğu pek çok galeride çalışmalar
yaptı. Seksenlerin mimari akımlarından uzak durarak minimalist bir
tarzı tercih eden Pawson, zen öğretilerini, keşiş mimarisini ve boş
kiliselerin sükunetini bir araya getirerek doğu ve batının bir sentezini
elde ediyordu. Özel evler için yaptığı tasarımlar devam ederken Tokyo
banliyöleri ve İsveç’in güneyinde yaptığı çalışmalar isminin iyice anılır
olmasını sağladı. 1993’te Calvin Klein’la tanışmasıysa onu mimarlık
dünyasında tamamen popüler bir isim haline getirecekti. Pawson,
markanın New York Manhattan’da açacağı ilk amiral gemisi mağazanın
tasarımını yapacaktı.
After he designed the house of the acclaimed art critic
Heester van Royen, he began to attract more clients
–including among others the writer Bruce Chatwin,
the opera director Pierrre Audi and art collector Doris
Lockhart Saatchi. He also worked for a number of art
galleries including the Waddington of London and the
PPOW of New York. Preferring a minimal style away from
the architectural trends of the 80s, Pawson was seeking
a synthesis of the East and the West in his designs
combining the teachings of Zen, the architecture of the
monasteries and the serenity of vacant old churches.
While he continued working on commissions of private
house designs in settings as diverse as the suburbs
of Tokyo and the rural south of Switzerland, his work
gained great prominence and acclaim as a result of
an impromptu meeting with Calvin Klein that took
place in 1993. At the end of this meeting, Pawson was
commissioned for the design of the first flagship store of
the brand in Manhattan, New York.
BASİT AMA İHTİŞAMLI: TAŞ EVİN SÜKUNETİ
Taş Ev fikri Pawson’ın aklına Milano Üniversitesi’nin avlusunu
gördüğünde gelmiş. İlk bakışta, Taş Ev var olan bir yolun üzerine
yerleştirilmiş basit, ev formunda bir yapı sadece. Oysa basitlik Pawson’ın
yapıtının en önemli özelliği. Bu basitlik yapıya beklenmedik bir gizem
katıyor. İnanılmaz netlikte kesilmiş taşların mükemmelliği hem makine
hassasiyetine hem de çok daha temel duygulara gönderme yapıyor.
Yapının altında yatan fikri oluşturan net karşıtlıklar, pürüzlü ve pürüzsüz
yüzeyler, ışık ve gölge, içine kapalılık ve dışarıya açıklık, bu basit
görünüme ciddi bir derinlik katıyor.
Pawson bugünün mimarlarının geçmişe bakması gerektiğini düşünüyor.
Zamana karşı direnme gücüne sahip gerçek tasarımları geçmişte
bulabileceğimize inanıyor. Pawson’ın bu tasarımındaki en önemli esin
kaynağı ise ilk dönem kiliseleri. Mimarinin naif karakterini yansıtan bu
yapıtlar aslında ekolojik mimari için de iyi örnekler. Basit malzemelerle
ruhani bir hava yakalamayı başaran bu yapıların Pawson’ın
çocukluğunda bıraktığı izler kendini Taş Ev’de hemen belli ediyor.
Mekanın içine yerleştirilmiş özel tasarım ve elbette yine çok minimal
banklar, mekanın içine girenlere sanki o ilk dönem kiliselerinden birinin
içindeymiş gibi oturup yapının ihtişamlı sükuneti hakkında düşünme
fırsatı tanıyor. Bu sıradan ev formunda yapıyı önemli bir tasarıma
dönüştüren asıl detay ise sanki erken dönem kiliseleri referansının
altını çizmek istercesine mekanın tavanına açılmış haç şeklinde yarıklar.
Yekpare ve ağır görünümlü yapıyı boydan boya geçen bu yarıklar hem
tasarıma bir hafiflik kazandırıyor hem de kalın gri duvarların sağladığı
güven ve içe kapalılık duygusunu kırıp, iç mekanı dışarıdan gelen
ışığa, gökyüzüne ve olası diğer iklim olaylarına (yağmur, kar, vs.), yani
bir nevi hayata, açıyor. Ama elbette Pawson’ın Taş Ev’i sadece iyi bir
tasarımı günümüze taşımaktan ibaret değil. Pawson bir yandan mimari
yapılar için geçmişe bakarken, bir yandan da yapı bileşenleri açısından
gözünü geleceğe dikiyor. Geri dönüşümlü bir malzeme olan Lithoverde’yi
kullanması, ekolojik kaygılar taşıması, sürdürülebilir mimarlık üzerine
kafa yorması hep bu yüzden. Benzer şekilde ışıklandırma konusunda
da çok yenilikçi malzemeler kullanıyor. Gün ışığında iç mekana dış
dünyanın sızmasına imkan sağlayan kesikler, gece vakti Taş Ev’in
SIMPLE BUT SUBLIME: THE SERENITY OF THE
HOUSE OF STONE
The idea of the House of Stone emerged when Pawson
first set eyes on the courtyard of the University of Milan.
At first sight, the House of Stone seems like a simple,
house-shaped structure standing on an already existing
path. Yet this simplicity proves to be the key quality
of Pawson’s design, imbuing it with an inexplicable
sense of mystery. The incredible exactitude of the cuts
on stone 6