Monograf Journal Edebiyat ve İktidar (2014 / 1) | Page 58
ODAK
58 • Hülya Göğercin Toker
diyerek edebi iktidarın diliyle konuşup sanatsal olanla olmayan
ayrımını bir biçimde netleştirdikten sonra edebiyatın alanından
kovabiliriz.
Ancak buradaki durum, böylesine kolaycı bir bakışı ve
ayıklamayı haketmeyen bir durumdur. Kanımızca böylesi bir
kolaycılık, deneyimin aktarılamazlığından değil de deneyimin
anlaşılamazlığının anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır.
Söz konusu deneyim olağanüstü bir deneyimdir ve insani olmaktan çok uzaktır. Tanık, tanıklık yapabilse de, deneyimlediğini tam olarak anlatabilse de söz konusu deneyimi okuyanın
ya da dinleyenin tam olarak anlayabilmesi çok da olanaklı değildir. Bu olanaksızlık üzerinde duran ise Paul Ricoeur’dur. Ricoeur, “tarihsel tanıklıklar” ile “olağanüstü” tanıklıklara işaret
etmekte ve “Bu tanıkların olağanüstü deneyimi vasat, sıradan
anlayışın tam olarak kavrayacağı bir şey değildir. Bazı tanıklar
vardır ki kendilerini dinleyip anlayabilecek bir dinleyici kitlesini asla bulamaz.” demektedir (188). Ricoeur’un burada sözünü
ettiği tanıklar, toplama kampından kurtulmuş olan tanıklardır ki
bunları “sınırdaki tanıklıklar” olarak tanımlamaktadır. Aktarılan
deneyim insani olmayan bir deneyim olduğu için tanıklık da sınırdadır (200).
Tanığın anıları, deneyime işaret etmektedir. Tanığın dillendirdiği ya da yazdığı kendi deneyiminden belleğinde kalanlardır. Burada vurgulanan somut insanların deneyimleridir;
deneyime dönüştür. Daha 1930’ların başında Walter Benjamin,
Siyasi ve Edebi İktidara Tanıklık Edebiyatı ile Direnmek • 59
modern toplumların Birinci Dünya Savaşından kaynaklanan bir
deneyim yoksulluğu yaşadığına dikkat çekmiştir. Savaş alanlarından dönenler deneyimlerini aktaramamış, dilsizleşmişlerdir
(78). Benjamin’in sözünü ettiği deneyimin aktarılamazlığı savaş alanlarından dönenlerin yaşadıkları travmadan dolayı değil,
savaş deneyiminin daha önceki deneyimler ile kıyaslanamazlığından ve ortak noktalarının bulunmayışından kaynaklanmaktadır.
12 Eylül için de aynı durumun geçerli olduğunu düşünmekteyiz. 12 Eylül hapishanelerini deneyimleyenlerin uzun
süre suskun kalması, ahlaki deneyimle ters düşen despotizmin
bedensel deneyimi kurban edişidir. Bu deneyimin tanıkları önceleri dilsizleşmiş sonrasında ise deneyimi aktarabilmek için,
onu anlaşılabilir kılabilmek için ayrıntılarıyla yazmışlardır.
Böylesi bir anlatım biçimi, daha çok tanıklık edebiyatının tarihe
not düşme, tarihin sadece yenenlerin tarihi olmadığını gösterme
kaygısı ile girdiği belki de telaşlı bir yazma durumudur. Mevcut
telaş, bellekte yer alanları olduğu gibi aktarma telaşıdır. Böyle olunca tarihe daha çok yaklaşan edebiyat ve onun yazarı bir
arşivci titizliği ile kalan bütün izleri yazıya geçirmeye çalışır.
Unutulmasınlar diye.
Yazarın bir tarihçi olmaya yaklaştığı böylesi bir durum
için Pierre Nora “tarihin hafızayı ele geçirmesi” demektedir
(24). Yazarın arşive dayalı hafızası “tamamen iz’in en belirgin
olanına, kalıntının, kaydın en somut olanına, imgenin en açık
monograf 2014/1