nım’ını, Hatice Erbaş’ı, kendisini, yalnızlığını, dünyayı, ölümü, yarayı, devleti, çocuk tabutlarını ve daha
birçok kavramı tekrar hatırlattı şiirleriyle bizlere:
“Harflerden binlerce Hatice yaratıp
Tek tek dokunuyorum hepsine
Büyüyorum, büyüyorum
Nasılsa ölüm var değil mi” 5
“Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yol-
daşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir “ben”e ulaş-
tırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde... Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de
gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?” demişti
bazen, “şu heves sensin, şu incinmiş gurur sen, şu utangaç aşk, şu Posta Caddesi’ndeki daktilo sesi,
çocukların okul dönüşü sen” demişti Ömür Hanım için.
Şükrü Erbaş şiirleriyle daha önce de birçok dizesiyle aşina olduğumuz birçok duyguyu tekrar öğre-
niyoruz. Evlerin yalnız eşyalardan yapılmadığını, sevmenin sadece sevmek olmadığını, kimsenin ken-
dinden gitmediği bu dünyada sessizce yaramızı severek yaşamayı, yarası yaramıza değmeyeni, onuru,
merhameti öğreniyoruz. Şükrü Erbaş, herkesin kendisine kapıldığı bu dünyada ölüm gibi bir gerçek
varken, nasıl yaşayabilirdik ki? Duygusunu düşündü ve “Yaptıklarından değil, yapamadıklarından piş-
manlık duymalı insan” (Cioran) bilgisine geliyor ama neden sonra… Biz, sanırım gözlerimizi içimize bi-
raz geç çeviriyoruz. Çevirdiğimizdeyse gördüğümüz, tomurcuklar içinde kurumuş bir insan gülü, insan
olma olanağı… Aşk bir yere gitmiyor. Biz onu binlerce önlem duygusuyla mezara dönmüş gövdemize
gömüyoruz” 6 dedi ve mezara dönmüş gövdesini dikti şiirleriyle:
“Limoni bir selvi diktim başına
Orada da bir hayatın olsun diye
Nazmi elimden tuttu can suyunu verirken
Güneş taşıyacak sana soğuk havalarda
Gidip gelip yapraklarını öpüyorum
Dalları uzanıp yaşlarımı siliyor
Yüzüm gözüm toprağından bir dua” 7
Hepimizin canından yapılmış ölümün, çocuklara da uğradığı oldu bu ülkede. Şükrü Erbaş,
“Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
‘Önce Vatan’ yazısı bir hüzün değil midir?
Bunca kanın helalini kim kime nasıl ödeyecek?” ve “Mezar taşlarıyla barış olur mu?” dizeleriyle sür-
dürdüğü politik tavrını,
“Ve çocuklar Hatice, yaşama nişanımız çocuklar
Ağızları donmuş korku, ayva sarı tüyleri kan, rüyaları
Hepimizin suskunluğundan bir mezar taşı
Hangi evde doğarlarsa doğsunlar
Bizim evimizde ölüyorlar” 8 ve
“Bir de çocuklar
Baktığı yere gömülen anneler bir de
Çocuğunu Tanrı inkârıyla kefenlemiş bir baba
Duası kalmamış yoksulluk
Devletin onurundan vurduğu herkes…” 9 dizeleriyle devam ettiriyor bu kitabında.
Topraksız büyüyen ve her cümlemizin bir çocuk tabutu, annelerimizin ağıtı baş yastığımız olduğu, ba-
balarımızın çoktan gömdüğü çocuklar için, sardunyalara, reyhanlara biraz su verip, eşyaların yalnızca
eşyalardan yapılmadığını, bir türkünün, ağıtın içtenliğine tekrar kavuşup, kalbimizin attığını hissede-
bilmek için, nasıl yaşayacağız dediğimiz her anın hüznünü dağıtsın diye, “Ömür Hanım, iyi ki ben de
seninle yaşadım dünyayı” diyen Şükrü Erbaş ve “Kimseye borcumuz kalmadı değil mi?” diyen Ömür
Hanım inceliği için, güzün dökülen güzel yaprakları için, Yaşıyoruz Sessizce’yi okuyabiliriz.
5- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016, s.53.
6- http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/xmlui/handle/11684/584
7- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.20.
8- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.30.
9- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.38.
17