Eylül 2014
SİYAH KADINDAN MEKTUP
KÜBRA AĞAOĞLU
…
-Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna hatırladın mı?
-Sonsuzluk ve bir gün kadar.
(Sonsuzluk ve Bir gün)
SİYAH KADINDAN MEKTUP
Yarınımızın olmadığından o kadar emindim ki. Olsa bile, karalığından göremeyecektik onu bulamayacaktık
biliyordum. Defalarca söyledim bunu ona, biz siyahlar ülkesinin ‘pembeci’ aşıkları bir ütopya peşinden
koşuyorduk. Kalplerimize zincir takılmıştı, her gülümsemeye çalışmamız her sevişmeye kalkışımızda siyah
askerler siyah liderimiz siyah kurallarımız biraz daha buruyordu zincirimizi. Sadece aşıklar değil, siyahlar
ülkesinin tüm insanlığı esir edilmiş ‘insanları’, ağlayamıyor, konuşamıyor, yazamıyorduk. Belki karnımız toktu,
evlerimizde yatabileceğimiz sıcak yataklarımız, ceplerimizde yetecek kadar paramız vardı ancak bu parayla
aldığımız kağıda ne tek satır bir şiir yazabiliyorduk ne de yataklarımıza sevgililerimizin kulağına aşk sözcükleri
fısıldayabiliyorduk.
İlk yıllarda hepimiz başımıza gelen felaketi sessizlik ve büyük bir olgunlukla karşıladık, en yakınını kaybeden
insanların bu acıyı tanımlama süreçleri gibi… Ne olacak yani, gülmeyiveririz ulu orta, sarılmayız, şarkılar
söylemeyiz askerlerin önünde,deyip işimize gücümüze döndük. Ancak her şeyin rengini yitirdiğini fark
ettiğimizde, bağırmak istedik, ağlamak, küçücük bir tolerans bekledik liderimizden vermediler. Duyuyorduk
uzak kentlerden aşık kalplerin yerinden sökülerek öldürüldüğünü, mutluluk şiirleri yazan nice şairlerimizin
ellerinin nasıl kesildiğini duyuyorduk ancak ağlayamıyorduk, birbirimize sarılarak teselli edemiyorduk
kendimizi. Fark ettik ki, insan duygularını göstermeyince uzun zaman, kendi içinde de yaşaması zorlaşıyor,
sağır insanların bir süre sonra sessiz rüyalar görmesi gibi. Fakat ne büyük mahlukatlarız ki, bu yüksek
duygusuzluk durumu, hepimizde bilmediğimiz bir hal yarattı. Ben buna, duygusuzluk duygusu derdim hep.
Ne olduğunu bilmediğim tanımlayamadığım ancak her saniye yaşadığım bir duyguydu bu. Beni korkutan
telaşlandıran soğuk terler döktüren bir duygu. Ne rengi var, ne bir belirtisi. Kendi içimizde yaşadığımız
duygusuzluk duygusuydu bu.
Ben yavaş yavaş gelen kıyametimle ilgilenirken, karşıma çıkmıştı O. Öyle güzel gözleri vardı ki, duygusuz
siyahların dünyasında bana yaşattığı bu duyguyu öpmek, sarılmak, kana kana içmek istemiştim. Ne
safmışım! Uzun yıllar önce literatürümüzden zorla çekip çıkarılan aşk duygusuna kendimi bırakacak kadar
safmışım işte. Onca zaman alışmaya çalıştığım siyahlar memleketinde, karşıma çıkan bu pembemsi duygu
bir anda yerle bir etmişti beni. Oysa ki nefret etmek isterdim ondan, tıpkı kanunlarımızda izin verildiği gibi.
Sanırım 56. Ya da 57. Madde olması lazım, ‘ Siyah ülkemizin her bir vatandaşı, kendi ruh ve fizyolojik sağlığı
açısından birbirlerine tek bir duygu beslemeliler: Nefret’. Böyle diyordu kanun. Sevginin acı getirdiğini ve
insan zekasını uyuşturduğu savunuluyordu. Evet uyuşmuştum, sevmekten arzulamaktan ve sevişmekten..
8 Kalabalık
SİYAH KADINDAN MEKTUP
KÜBRA AĞAOĞLU
Onu benden çaldıkları ilk birkaç gün, kanunlara en uygun davrandığım tek zamanlardı muhtemelen. Bu
sistemden, bunları başımıza getirenlerden ve en korkuncu kendimden nefret ediyordum. Aynaya her
bakışımda kendimden tiksindim. İçimdeki aşılmaz nefret duygusu beni adeta bir robota çevirerek çılgınlar
gibi çalışmaya zorluyordu. Daha çok çalışmayı denedim, daha çok üretmeyi. Fakat bu kaçışım da uzun
sürmedi. Ne zaman güneş batsa, onunla el ele yürüdüğümüz sahil geliyordu aklıma. Kokusu burnumda ve
bana kızdığı zaman tek kaşının havaya kalkışı… Hangi duyguyu ne derece hissedersem hissedeyim –bu nefret
bile olsa- onu unutamıyordum.
Kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim, bu bana acizlik gibi geliyordu. Aksine yaşayıp, bu sisteme lanetler
yağdırmayı devam ettirmeliydim. İçimdeki acıyı kimsenin duymadığını anlayınca, bunun da bir işe
yaramadığını anladım. O halde geriye tek bir seçenek kalıyordu: Çığlık atarcasına ölmek.
Şehrin tüm mekanlarını gezdim, beni çok fazla insanın görebileceği bir mekan olmalıydı. Şehirdeki büyük
meydana girince, insanlığımızın yaşadığı vahşeti tüm bedenimde hissettim. Eski düzenden kalma eğlence
mekanları, yemek yapan yerler, kuşlar ,ağaçlar olduğu gibi duruyordu ancak kimse hem de hiç kimse tüm
bu güzellikleri görmüyor gibiydi. İnsanlar, sadece karınlarını doyuracak kadar yemek alıyor, ve karşı karşıya
yemek yerken kesinlikle konuşmuyorlardı. Giyim mağazalarında, siyah başka hiçbir renge yer vermeyecek
kadar cesur duruyordu. Kıyafetler sadece yazlık ve kışlık olarak askılarda yerini almıştı. Ne tatlı bir pazarlık
sesi, ne yeni bir kıyafet almanın mutluluğunu yaşayan kadın vardı meydanda. Kuşların ötüşü bile iniltiden
ibaretti.
Bileklerimi keserken akan kırmızı kanıma öyle büyük bir özlemle baktım ki, canımın yandığını hissetmedim
bile. Genç bir kadınla göz göze geldim sanırım ölürken, yemyeşil gözleri dolmuş muydu yoksa ölümün ortaya
çıkardığı sanrıyı mı yaşadım bilemiyorum ancak ölüyordum. Bileklerimden dans ederek akan kırmızı sıvı,
ͅ