Gri Edebiyat Sayı 4 | Page 60

Deneme Mekan Bahar Mı Gelmiş? Bahar gelmiş… Artık baharın geldiğini fark edemiyorum. Bir tek çiçek bile yok etrafta. Tam da şu zamanlarda mor sümbüllerimin buram buram kokusu vurmalıydı burnuma. Camımı açtığımda kiraz çiçekleri karşılamalıydı beni. K Yahya Efendi Emine GÜNER Esma TÜYLÜ [email protected] @Baharrisalesi oşuyorlar! Oysa benim bu bina enkazları arasında koşa- bilmem için bir çift ayakkabıya ihtiyacım var. Ne çok yiyorlar! Yemek yiyebilmem için önce sığındığım bu yıkık binadan çıkmam, sonra yalın ayak ekmek aramam la- zım. Ne çok eğleniyorlar! Eğlenebilmem için arkadaşlarımın ha- yatta olması lazım. Vapurla, Beşiktaş iskelesine geldiğinizde, sağ ta- rafa, Yıldız Parkına doğru ilerlediğinizde tarihi bir yol sizi karşılar… Yıldız Parkının hemen yanında olan bir yokuşu çıktığınızda ise boğaza nazır bir tepe üzerinde yer alan bir tekke vardır. Bu tekkede İstanbul’un manevi şahsiyetlerinden Yahya Efen- di’nin ve yakınlarının kabirle ri bulunmaktadır. Her bir ziyaretinizde ayrı bir tat, ayrı bir lezzet bulaca- ğınız bir asude mekândır bu türbe… Yahya Efen- di’ye, pek çok kişi tarafından ziyarette bulunularak dualar edilir. Gelin bizlerde İstanbul ‘un bu manevi mimarlarından biri olan Yahya Efendi’yi yakından tanıyalım. Bahar gelmiş… Artık baharın geldiğini fark edemiyorum. Bir tek çiçek bile yok etrafta. Tam da şu zamanlarda mor sümbüllerimin buram buram kokusu vurmalıydı burnuma. Camımı açtığımda kiraz çiçekleri karşılamalıydı beni. Nerede şiirlerde söz edilen doğa? Yenilenen orman, yeşilin tazeliği, çam kokusu… Kır papatyası, babamın annemin başına nazikçe bıraktığı papatya tacı. Şimdi geride iki mezar ve tank paletinin altında ezilen saflığını, beyazlığını ve toprak kokusunu kaybe- den bir papatya. Onun yitip giden; saflığı çocukluğumu, beyazlığı özgürlüğümü, toprak kokusu ise bir daha geri gelme- yeceğine inandırıldığım umudumu alıp gidiyor. Bir tank, bir palet ve altında ezilen çocukluğum, özgürlüğüm, umudum… Hepsi paramparça. Şimdi bu yıkık binadan koşarak çıksam, ekmek aramak yerine bir tutkal bulsam, ayaklarım kan içinde kalsa, geri döndüğümde paramparça olan her şeyi geri yapıştırabilir miyim? Ya da ensemden vurulma- dan geri dönebilir miyim? Korkmuyorum! İster yapışmasın parçalananlar, ister vurulayım ensemden. Kaybedeceğim tuzla buz olmuş cam kırığı hayatım ya da sızarsa vücudumdan bir kaç damla kan ve kaldıranı bulunamayan be- denim. Artık toprak bile fark etmez üzerine neyin yığıldığını. 58 Gri Edebiyat Şeyh Yahya Efendi, 1495 yılında Trabzon’da doğ- du. Babasının adı Amasyalı Kadı Ömer Efendi, annesinin ki ise Afide Hatun’dur. Kanuni Sultan Süleyman Han, Yahya Efendi’nin annesinden süt emmesi sebebiyle Yahya Efendi’nin sütkardeşi oldu. Bu sebeple, Kanuni Sultan Süleyman Han, ona ‘’Ağabey’’ diye hitap ediyordu. Şeyh Yahya Efendi, ilköğrenimini Trabzon ‘da zamanın velile- rinden Müfti Ali Çelebi ‘den aldıktan sonra İstanbul ‘a gelir. Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han devirlerinin büyük âlimi Zenbilli Ali Efendi’nin talebesi olur, onun derslerinden büyük ölçüde istifade eder. 1526 senesinde Canbaziye Medresesi’nde müderris olarak tedris vazifesine başladı. Müderrislikte emekli edildikten sonra inzi- vaya çekildi. Beşiktaş ‘ta satın aldığı, bugünkü tür- be ve mezarlığın bulunduğu araziye bir ev ve mes- cid, daha sonra evin etrafına medrese, hamam ve çeşme yaptırdı. Tekkesi çok ziyaret edilen bir yer idi. Bilhassa denizcilerin sefere gidip döndüklerin- de, mutlaka tekkeye ziyarete gelmeleri adettendi. Şeyh Yahya Efendi 1570 yılında, Kurban Bayramı gecesi vefat etti. Cenaze namazını, bayram nama- zına müteakib Süleymaniye Camii’nde devrin Şey- hülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Kanunî Sultan Süleymân Hân, Yahyâ Efendi’nin pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile  görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhis- selâm ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanunî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çık- mıştı. Ortaköy hizasına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahya Efendi’yi çağırttı. O da yanında bir ahbabı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahya Efendi’nin ahbabı, devamlı ola- rak Kanuni’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu hâli fark edince, parmağındaki o kıy- metli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yah- ya Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etti- ler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istedi- ğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahya Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanunî, elini uzatıp yüzü- ğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahya Efendi’ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhis- selâm idi” dedi. Bunun üzerine Kanunî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahya Efendi “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu. Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu? 59