Gri Edebiyat Sayı 4 | Page 40

Deneme gönül koyan, mecburen ‘ayırıldığı’ Barla’ya yirmi sene sonra geldiğinde dalları üstüne yaptığı ağaç evde geceler boyu tefekkür ve zikirde bulunduğu çınar ağacını yirmi yıllık bir dosta yeniden kavuş- muş gibi sarılıp ağlayan bir vefa nişanesi… Şefkatin ve vefanın, insanı nasıl incelttiğini de göstermiştir bana. İnsana o kadar hizmet eden bir mahlûka hakaret anlamında ‘eşek’ denilmesinden rahatsız olmasını; talebelerine, çalışkanlığına ve gördüğü o kadar işe atıfla ‘işlek o, işlek’ demesini unutamam meselâ. Hayata saygının bir nişanesi olarak, dağda bayırda yeşil tek bir dalın bile kırıl- masına müsaade etmeyip odun olmak üzere sa- dece kuru dalları toplatmasını… Bir kertenkeleyi öylesine öldüren genç bir talebesine verdiği ‘haya- ta saygı’ dersini... ‘insan’ı tanımanın da yolunu göstermiş bir isimdir Bediüzzaman. “Yüz kapılı bir saray”dır ona göre insan; bir kapı kapalı diye terkedilmez. Hele ki gençler… Onun, bir mektubunda söylediği üzere, her genci kendisine ‘arkadaş’ bilmesi meselâ. Es- kişehir Hapishanesinin penceresinden karşıdaki lisenin bahçesinde oynayan gençlere baktığında, kendi hapsini değil de onların akıbetini düşünüp ağlayışını unutamam. Öyle de bir şefkat kahra- manıdır. O şefkat ki, Eğirdir gölü üzerinden Barla sürgününe doğru yol alırken de, kendisine refakat eden jandarma erinin keklik avı peşinde olması- na karşı, kendi akıbetini değil o kekliğin hayatını düşündürecek, “Evladım, onun da yuvasında bek- leyenleri var” diyerek jandarmayı bu avcılıktan alı- koyacaktır. Benim için Bediüzzaman, “Vefa imandandır” bu- yuran Hz. Peygamber’in yürüdüğü yolda, vefadar- lığın da bir timsalidir. Sürgün yeri Barla’da tanış- tığı, sonra müessif bir kazayla vefat eden dostu, talebesi Muallim Ahmed Galib’in evini sürgünü bitip serbest dolaşır hale geldiği zamanda, aradan yirmi yıl geçmiş de olsa ziyaret eden bir vefa ni- şanesidir. Kaşığını kırıldı diye atıveren talebesine ‘Ama o bu kadar sene bana hizmet etmişti’ diye 38 Gri Edebiyat Diğer taraftan, “Ben de bir talebeyim; ders arka- daşınızım” sözünü ona söyleten tevazuunu. “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” diye özetle- diği hakikate davet üslubunu. “Benim sözümü de ben dedim diye kabul etmeyiniz” diyerek, insanları duyduğu her sözü Kur’ân ve sünnet mihengine ve akıl terazisine vurmaya davet edişini; kimseyi ilmi- nin ve faziletinin esiri etmeyişini… Benim için hayatı ve eseriyle, bizi âlemler Rabbini tanımaya ve yalnız O’na kul olmaya; O’nun Kitabını rehber ve peygamberini kılavuz edinmeye; Allah’ın kullarını kendine kul edinmemeye ve kula kulluk etmemeye dair bir yol haritası sunan isimdir Be- diüzzaman. Hakikati kendi tekelinde görmemenin, “Güzel yalnız benim gördüğümdür” tekelciliğine düşmeden “Gördüğüm güzeldir” diyebilmenin yo- lunu gösterendir. Ben güzel görmeyi ve düzgün düşünmeyi ondan öğrendim. Dahası, bunun yalnız ona has bir şey olmadığını da bana o öğretti. Kur’ân’a hizmet eden, Peygambere ümmet olan herkesi sevmeyi... Farklılıklarımızın çatışma sebebi değil, birbirimizi tamamlamak için bir imkân ve zenginlik olduğu- nu. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad- İslâm’dır” diye bilip, bir vücudun organları gibi o farklılıkları anlamlı ve hayatlı bir bütün içinde de- ğerlendirmenin çabası ve duası içinde olmayı… Ona ve hakikat yolunda bize yol gösteren bütün değerlerimize selam olsun… Uhud Bizi Sever, Biz de Uhud’u Severiz Kutsal emanet odasının temizliği sırasında kalkan tozları kir olarak görmeyip, onları özel bir yerde toplayan, o tozları temizleyen süpürgeleri bugün elimize kalacak şekilde hürmetle saklayan ecdad gibi sevmek... Ömrü boyunca Peygamberimizin ayak izini sorgucunda taç yapıp taşıyan Sultan Ahmed gibi sevmek... Efendimizin (s.a.v) hasretine dayanamayıp içini çeke çeke, inleye inleye ağlayan kütük gibi sevmek... Yanmayı gönülden isteyen ve bu dünyadan yanarak göçen Peygamber âşığı Yaman Dede gibi sevmek... Fatmanur ÖZTÜRK @yaziyoruokuyorr S evmek... Ama nasıl bir sevmek? Efendimi- zin (s.a.v) ‘’Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.’’ buyurduğu dağ gibi sevmek. Uhud sever mi yâhû? Dağ değil mi o? Sever. Muhatap, Efendimiz (s.a.v) ise Uhud, dağ gibi sever. Dağlar- ca sever... Miraç hadisesi üzerine: ‘’Peygamberiniz bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan da Sidret’ül Münteha’ya gidip gelmiş, buna ne diyeceksin?’’ diye kendisine sordukları vakit, ‘’Eğer bunu O (s.a.v) söylüyorsa doğrudur!’’ diyen Ebu Bekr-i Sıddık gibi sevmek... Üstad Necip Fazıl merhumu rahmetle anmanın vaktidir şimdi. ‘’Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür Sana çöl gibi gelen O göldür diyorsa göldür!’’ Kutsal emanet odasının temizliği sırasında kalkan tozları kir olarak görmeyip, onları özel bir yerde toplayan, o tozları temizleyen süpürgeleri bugün elimize kalacak şekilde hürmetle saklayan ecdad gibi sevmek... Ömrü boyunca Peygamberimizin ayak izini sorgucunda taç yapıp taşıyan Sultan Ahmed gibi sevmek... Efendimizin (s.a.v) hasreti- ne dayanamayıp içini çeke çeke, inleye inleye ağ- layan kütük gibi sevmek... Yanmayı gönülden is- teyen ve bu dünyadan yanarak göçen Peygamber âşığı Yaman Dede gibi sevmek... Sultan Ahmed, Sultan Kayıtbay Camii’nde bulu- nan Peygamberimizin ayak izini alıp, Sultan Ah- met Camii’ne getirir. Ve bir gece rüyasında bütün hükümdarların Efendimizin karşısında edeple oturduğunu, Sultan Kayıtbay’ın kalkıp Efendimi- zin huzuruna geldiğini ve ‘’Sultan Ahmed Han’dan davacıyım Ya Resulallah. Benim Camii’mden sizin mübarek kadem-i şerifinizi aldı getirdi, izinsiz ken- di Camii’ne koydu.’’ dediğini, bunun üzerine Efen- dimizin ‘’Derhâl o kadem-i şerif yerine konulsun.’’ diye buyurduğunu gördü. Kan ter içinde uyunan Sultan Ahmed, Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayi Hz.’lerine koştu. Rüyasını anlattı. Mürşidi bunun üzerine: ‘’Ne diyebilirim? Rüya açık, tabiri açık, emir kesin. Derhâl yerine getirilsin Sultanım.’’ dedi ve Sultan Ahmed o sözü dinledi ama müba- Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu? 39