Gri Edebiyat Sayı 4 | Page 38

Portre Benim İçin Bediüzzaman Elması şişeye elmasını kırık gibidir. çevirmek; hakikat camlarla değişmek Metin KARABAŞOĞLU @mkarabasoglu Peki, Kur’ân’a yönelik bu fitneye nasıl cevap veri- lebilir, Müslümanların Kur’ân’la bağını koparmak isteyenlere karşı bu bağ nasıl muhkemleştirilir? Yirmisinde bir genç, o gün bu fitneye karşı Kur’ân’ın ‘sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu gös- termek’ gibi bir hedef çizer kendisine. O n dokuzuncu yüzyılın sonları. O günlerin dünya hâkimi, ‘üzerinde güneş batmayan’ imparatorluğu İngiltere’nin meclisinde baş- bakan William Ewart Gladstonu Balkanlarda olup biten olaylardan dolayı Osmanlıyı suçladığı ko- nuşmanın bir yerinde eline Kur’ân alır ve havaya kaldırarak ona ‘lânetli kitap’ deme küstahlığında bulunur ve bu küstahlığı sonraki cümleleriyle şöy- le sürdürür: “Bu kitap Müslümanların elinde oldu- ğu sürece, onları medenîleştiremeyiz.” ‘Medenîleştirme’den kasdı gerçekte şudur: boyun eğdirme, teslim alma. İma etmektedir ki Gladsto- ne, Müslümanlar Kur’ân’dan kopmadıkları sürece kendi değerleri adına direnmeye devam edecek, bize teslim olmayacaklar. O halde? O sıralar Bitlis’in en uzak köylerinden birinde do- ğup büyümüş bir genç, zengin kütüphanesindeki kitaplardan başını kaldırmadığı Van valisinin ko- nağında misafirdir. Kitaplarla birlikte okuduğu Os- manlı gazetelerinden birinde Gladstone’un bu ko- nuşmasından haberdar olur ve henüz yirmisinde bir genç olarak, bunun Kur’ân’a yönelik küresel bir fitne ve suikastin işaret fişeği olduğunu düşünür. 36 Gri Edebiyat Ama bu, bir günlük, bir haftalık bir iş değildir. Uzun ve ciddi bir yol gerektirir. Bunun da farkındadır. Kendisinin ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılmasını sağlayacak bir hızla medrese tahsilini tamamlayıp İslâmî ilimlerde bir ihtisasa zaten kavuşmuş hal- dedir. Müslüman coğrafyada, anadili Kürtçe’den başka Arapça, Türkçe ve Farsça’yı o dillerde kitap, hatta şiir yazacak seviyede bilmektedir. Yanısıra, Batı düşüncesine ve bilimine dair okumalarına devam eder. Hem okur, hem düşünür. Bir müddet sonra, düşündüklerini yazmaya da başlar. İlk yazdığı risale matematiğe dairdir; matematik ise, baştan sona, aklın işlettirilmesini gerektirir. Yazdığı ikinci ve üçüncü kitaplar, mantıkla ilgilidir; mantık ise, doğru ve sistemli düşünmenin yönte- mini öğretir. Zaten onların ardından bu kez Muha- kemat’ı yazar. Kur’ân’ın ‘Akletmezler mi?’ davetine uygun şekilde, aklı doğru ve yerinde kullanmanın, Kur’ân’ı da hakkıyla anlamanın talimi gibidir ilk yazdıkları. Sonra, bu sağlam zemin üzerinden, eserler birbiri ardısıra gelir. Önce ümmetin derdini kendi derdi olarak bilen Hutbe-i Şâmiye ve Münâ- zarât gibi eserler, sonra İşârâtü’l-İ’caz tefsiri, ar- dından Mesnevî-i Nuriye. Billur gibi bir Arapça’yla yazılmış bu iki eserin ardından bir dizi küçük risale gelir, sonra da hayatının meyvesi niteliğindeki Ri- sale-i Nur Külliyatı… Bediüzzaman’ın gençlik günlerinden ömrünün ni- hayetine bu hayat yolculuğu, hayatını bir büyük hakikat uğruna adamanın ve bu adanmışlığın hak- kını verecek şekilde bir donanımla yaşamanın bir örneğidir. Kendisi, “İnsanın kıymeti himmeti nisbe- tindedir, himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar” der bir eserinde. Büyük bir yükü omuzlamanın insanın kıymetini de, gayretini de nasıl büyüttüğünü onun hayatında görürüz. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” Kaşığını kırıldı diye atıveren talebesine ‘Ama o bu kadar sene bana hizmet etmişti’ diye gönül koyan, mecburen ‘ayırıldığı’ Barla’ya yirmi sene sonra geldiğinde dalları üstüne yaptığı ağaç evde geceler boyu tefekkür ve zikirde bulunduğu çınar ağacını yirmi yıllık bir dosta yeniden kavuşmuş gibi sarılıp ağlayan bir vefa nişanesi… Bu yolculuğa sadece akılla çıkmış da değildir ken- disi. Aklı elbette işlettirir; ama kalble beraber. “Ger fikret-i beyzada süveyda-yı kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve marifet olmaz; kalbsiz akıl olamaz” der bir başka eserinde. Yani, kalbsiz akıl, gözün beyaz kısmı gibidir ona göre. Kalb ise, o beyaz gözdeki siyah nokta; akıl, hakikati kalble beraber görür. O halde, akıl-kalb beraberliği içinde gerçek- leşmelidir müminin hakikatle teması ve hakikate daveti. Dahası, bu davete, dünyevî hiçbir hesap da karış- mamalı; hakikate hizmetin mükâfatı yalnız ve yal- nız Allah’ın rızası olmalı, ücreti de yalnızca bu hiz- mette bulunmanın sevinci olmalıdır. Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in tahsis ettiği maaşı da kabul etmez, Mustafa Kemal’in makam ve maaş teklifini de. Hayatı boyu kimseden maddî yardım kabul et- mez, hediye dahi almaz. Sebebini, ‘ihlas’ ilkesiyle; ‘uhrevî bir hizmeti dünyevî bir menfaate âlet etme- me’ hassasiyetiyle açıklar. Böyle bir şe