Çalışan kadının ikilemi: Binlerce Kez İyi Geceler
Numan Serteli
God bağışlarsa- iki kız evladı, bir de ‘deniz biyologu’ mesleğiyle iştigal eden -pek yakışıklı- bir koca sahibi olan Rebecca (Juliette Binoche), dünyanın en iyi savaş fotoğrafçılarından biridir.. Kendisi yine evinden çok uzakta, Kabil’de iş başındadır.. Kendisine vadedilen cennete varmak üzre eyleme hazırlanan bir intihar bombacısının son anlarının fotoğraflarını çekmektedir..
Belli ki yılların tecrübesiyle edindiği bazı bağlantılarını kullanarak ulaştığı -kocasının deyimiyle- allahın siktir ettiği bu yerde, ölüm de dahil her türlü tehlikenin hemen içinde mesleğini icra eden Rebecca -daha da delice bir işe kalkışarak- içinde bombacının da bulunduğu arabayla, olayın -daha doğrusu- cehennemin gerçekleşeceği yere kadar gitmeye karar verir..
Yönetmen Erik Poppe, DeUsynlige (2008) sonrası aradan geçen bunca yıla rağmen yine formda ve yine mükemmel bir dramayla karşımızda.. Bu arada, Juliette Binoche’un -alışıldığı üzre- yine oyunculuk dersi verdiğini, büyük kızı Steph’i canlandıran Lauryn Canny’nin de özellikle parladığını söylemeliyim..
O değil de, Afrika’da yaşanan ve milyonlarca cana mal olan vahşetin de ötesindeki savaşların nedenini soran Steph’e, direkt olarak parayı ve de paylaşılmaya çalışılan doğal kaynakları işaret eden Rebecca’nın, mükemmel netlikteki o sözleri, tarihteki tüm savaşların da iç yüzünü açıklar aslında..
O da değil de, adeta Canon’ın sağlamlığının test edildiği şahane bir reklâm filmi havası veren bir sekansta, müthiş bir patlamayla havaya uçan fotograf makinasının yere düşmesi, toza toprağa, kana bulandığı halde halâ çalışmaya devam etmesi.. Bir ‘Canon-sever’ olarak bundan tuhaf bir mutluluk duyduğumu ifade etmeliyim..
Neyse biz asıl konumuz olan, ‘Rebecca’nın dilemması’ sorunsalına bi girelim diyorum hayırlısıyla..
Kendi tesbitine göre Rebecca, hayata karşı içinde büyüyen öfkesini anca soğutabildiği bir meslek olarak görür savaş fotoğrafçılığını.. Ancak, bu kadının mesleğiyle olan ilişkisi zamanla o kadar derinleşmiştir ki artık onun kaderi gibi olmuştur..
Dünyanın, ‘Paris Hilton’un donu’ kadar bile ilgilenmediği insanlık dramlarını herkesin gözüne sokmak, elde ettiği çarpıcı görüntülerle de becerebildiği kadar insanları sarsmaya çalışmak onun tek amacıdır.. Bu onun yoludur artık; sürekli olarak gidip geleceği bir yol..
Yalnız o bunları -ağır yaralanma da dahil- hayatı pahasına yapmaya çalışırken, kendi evinde çok daha başka sarsıntılara yol açmaktadır.. Kocasının ve özellikle de kızlarının, bir kaç günlüğüne aralarına katılarak yaralarını iyileştiren, sonra da valizini kaptığı gibi dünyanın hayatta kalması en zor bölgelerine yeniden dönen bu kadına, gayrı dayanacak halleri kalmamıştır..
Son seferinden döndüğünde kızları mesafelidir artık; sevgili kocası ise ondan ayrılmaya dahi karar vermiştir.. Şimdi de o kararını verecektir: Sevgili ailesi mi, yoksa neredeyse onlar kadar sevdiği mesleği mi?. Bu onun verebileceği ‘en zor karar’ olacaktır..
Bana kalsa hiç kimse evlenmemeli, mümkünse de çocuk yapmamalı; ama kim dinler ki beni!. Öyleyse bu tesbiti biraz yumuşatırsak: Bazı insan türleri gibi bazı meslek sahipleri de evlenmemeliler; hele çocuk yapmayı asla düşünmemeliler.. Film bize işaret ediyor ki -gerçek anlamda- ‘savaş fotoğrafçılığı’ da bu mesleklerin en başında gelmekte..