FUSKA MAG 3 | Page 134

Propeller'ın Sırrı Ne?

Fırat Güllü

Bir Shakespeare oyunu izlerken sıklıkla şöyle hissettiğimiz olmuştur: Oyun biraz uzun, budansa iyi olurmuş. Bunu bir kadermiş gibi kabul eder, eğer uygulamacıysak kendimiz çalışırken nereleri kessek diye bakarız. Bu aslında biraz haddini bilmekten, durumu kabullenmekten kaynaklanır. Bir Shakespeare metninin tümünü sindiremiyorsam, yiyebileceğim kadarını alayım diye düşünürüz adeta. Metni kutsal kabul eden diğer bir yaklaşımsa metnin incelikli bir analizinin ve ne olursa olsun değiştirilmeden oynanmasının savunuculuğunu yapar. Bu kanattan "nasıl olur da Shakespeare'i değiştirmeye cüret edebilirsin" ya da "tümünü oynayamıyorsan neden bu oyunu seçiyorsun" türünden itirazlar yükseldiğini duyarsınız. Ama metne bu denli bağlı kalan yorumlarda da metnin sahnelenişine dair oluşan boşlukların seyirciyi yorması ya da sıkması çok sık rastlanan bir durumdur. 19. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul seyircisiyle buluşan Propeller Tiyatro Kumpanyası bu konudaki ezberimizi ciddi biçimde bozdu. Shakespeare'den sergiledikleri iki oyunu, "Yanlışlıklar Komedyası" ve "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası"nı izledikten sonra yanımdaki arkadaşıma "Propeller'ın sırrı ne?" diye sormaktan kendimi alamadım. Nasıl olmuştu da iki saatin üzerindeki her iki oyunu da hiç kopmadan, yabancılaşmadan, metnin dönemeçlerinde savrulmadan, durgun bir suda ilerleyen bir gondolda keyif çatarcasına izleyip bitirmiştik?

Sırlardan ilkinin metinle kurulan ilişkide yattığını düşünüyorum. Festival öncesinde Mimesis Portal'e Propeller adına bir söyleşi veren Caro MacKay topluluğun tiyatro anlayışını şu sözlerle özetliyordu: "Çıkardığımız prodüksiyonlarda metnin sahnede şiirselliği ile vücut bulması için tüm yolları arıyor ve oyuncuya hikayeyi anlatırken mümkün olduğunca hareket alanı yaratıyoruz. Aslında Shakespare’i basitçe, olması gerektiğine inandığımız şekilde yeniden keşfediyoruz: Büyük bir açıklıkla, doğru ritmi keşfederek ve sahnede mümkün olduğunca hayal gücümüzü kullanarak… " Oyunları izlerken MacKay'ın tam olarak neden bahsettiğini daha iyi anladım. Türkiye'de ya da dünyada sıkça sergilenen "sıkıcı" Shakespeare yorumlarının bir analizini yapmak mümkün olsaydı, bu oyunların çoğunun Shakespeare metinlerine bir "oyun" olmaktan ziyade bir "edebiyat eseri" olarak yaklaştıkları ortaya çıkardı. Diğer bir deyişle, Shakespeare metinlerine birer okuma tiyatrosu mantığıyla yaklaşılması çok sık düşülen bir hata. Oysa Shakespeare bu metinleri her şeyden önce oynanmak için yazmıştı. Propeller'ın her iki prodüksiyonunda da Shakespeare'e dair bu gerçekliğin seyirciye hatırlatıldığına şahit olduk. Metin, yukarıda da değinildiği gibi sahne ritmini belirleyen ve sahnenin ruhuna dair ipuçları veren bir altyapı sunuyordu. Tüm sapakları, iniş ve çıkışlarıyla bizi ulaşacağımız yere götüren bir demiryolu gibi. Bu yolun üzerinde zaman zaman hızlanıp, zaman zaman yavaşlayarak ilerleyen şimendifer ise eylemin ta kendisiydi. Stanislavski, yazarın sunduğu verili koşullar içerisinde içsel ve dışsal bir yaşantı inşa eden oyuncunun piyesin başından sonuna sadık kalması gereken yol haritasına, müzikal terminolojiden yararlanarak "skor" adını vermişti. Propeller'ın bizi çıkardığı tren yolculuğunu daha iyi adlandıracak bir kavram yok. Ancak ilginç bir şekilde İstanbul'da izlediğimiz her iki oyunda da skor, hem sahnedeki oyuncuların varlığıyla hayat bulan, hem de onlardan bağımsız akan bir nitelik arz etmekteydi. Şimendifer büyük bir hızla en keskin dönemeçleri alıp, istasyonları birer birer geride bırakırken adeta kendi başına ilerlemekteydi ve oyuncular sık sık vagonlardan birisine atlayıp hareket halindeki trene binmekte, ulaşmayı istedikleri istasyonlara ulaşınca yine trenin durmasını beklemeden trenden atlamaktaydılar. Oyunları izlerken sırası gelen oyuncuların kulisten koşarak geldiğine ve hiç aksamadan akmakta olan eylem çizgisine, uygun biçimde dahil olduğuna şahitlik etmemizin nedeni buydu. İşi biten kişi de aynı çabuklukla ortadan kaybolmaktaydı. Herkes çok hızlı hareket etmekteydi ama kimsenin acelesi yoktu. Tüm oyuna hakim olan ve temelleri metnin ritmi üzerine inşa edilmiş bu hız duygusu oyunun ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bile anlamamamıza neden oldu -verilen arada oyuncuların dinlenmek yerine fuayede müzik yaptığını, şimendiferin hız kesmeden yoluna devam ettiğini hatırlamakta fayda var.

Metnin sahne üzerinde "seslendirilmesine" yönelik yaklaşımdan da ayrıca bahsetmek gerekir. Propeller'ın oyuncuları sahne üzerinde icra ettikleri tüm eylemleri, vokal ya da korporal diye ayırt etmeden aynı titizlikle icra ediyorlardı. Stanislavski son dönemde üzerinde yoğunlaştığı "fiziksel eylemler kuramı"nı geliştirirken, konuşmanın da fiziksel bir eylem olarak görülmesi gerektiğini savunmuştu. Propeller oyuncuları bu yaklaşıma çok yakın bir tavır içerisindeydiler. Shakespeare metnini bir okuma tiyatrosu formatına saplanmaktan kurtaran da buydu. Dolayısıyla oyuncunun metne teslim olduğu değil, metnin bağrında yatan temel eylemi, duyguyu ya da jesti keşfedip açığa çıkardığı bir üslup söz konusuydu. Muhsin ve Vahram adlı oyunumuzda da kullandığımız bir alıntıda, ilk Türkçe Hamlet çevirisinin sahibi Abdullah Cevdet Shakespeare'in tiyatrosunu şu sözlerle tarif etmekteydi: "Shakespeare'in dehası kelimede değil, histe, tarz-ı tasvirde, fikirde, manada, harekattadır." Yüz yıl önce Osmanlı'nın çöküş yıllarında telaffuz edilen bu sözleri, Cumartesi günü bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz yönetmen Edward Hall'ın ağzından da işitmek gerçekten ilginç oldu. Hall kumpanya olarak prova sırasında yürüttükleri çalışma anlayışını özetlerken metnin tiyatrocular için sadece bir yol gösterici olduğunu, kendi işlerinin kâğıtta yazan tüm direktiflere tek tek sahne üzerinde uygun yanıtlar bulmak olduğunu, bu bağlamda metni edebi ve entelektüel bir eser olmaktan çok sahne üzerinde yaratıcı faaliyet içerisindeki oyuncunun başlangıç noktası olarak gördüklerini anlattı.