Bozacı ve Nohutçu
Naif Karabatak
Ben de Nohutçu Ömer emmiden bahsettim ve ikisinin ortak yanı
olan sattığı ürünü yüksek sesle değil de, daha alçak sesle
satmalarının hikmetini merak ettiğimi söyledim.
“Maşallah” dedi Yunus Efendi, dikkatli adamsın.
Bilinen bir hikâye anlattı ayaküstü. Hikâyeden aldığımız ders
kuyumcunun ürününü satarken bağırmamasıydı. Değil mi ya, siz hiç
bağırarak altın, gümüş, yakut, elmas satan gördünüz mü?
Onun malı değerlidir, kıymeti de bilinir ve ona göre alıcısı vardır.
Yunus efendi “boza” satıyor. Hem de öyle böyle bir boza değil,
damak tadına uyum sağlayan bir boza. Yani ağızlara layık boza.
Bağırıp çağırmanın bir âlemi yok. Hele hele gece gece kimseyi
rahatsız etmeye de gerek yok. Derinden gelen “boza” sesini
bekleyen o kadar keskin kulaklar var ki, rızkını Mevla’m öyle
yolluyormuş.
Ama dedim, bazıları o bağırtıyla para kazanıyor, bazıları da
ekranlarda, kuruldukları köşelerinde veya caddelerde, sokaklarda,
meydanlarda cazgırlıkla kendisini pazarlıyor. Sanki semt pazarında
“Geeeeelllll vatandaş, geeeeeeellllll” diye bağıran esnaf gibi fikrini
pazarlayanlar, kendisini pazarlayanlar, ideolojisini pazarlayanlar,
mensubiyetini pazarlayanlar ve sonra da bir yerlere gelenler….
Ahhhh Yunus Efendi ah!
Dünya çok bozuldu; tuğlayı altın diye gözümüzün içine sokup,
inanmadığımızda da bizi ‘aptal’ sananlarla doldu!