Dilhâne Şubat 2019 şubat2019 | Page 52

Bozacı ve Nohutçu Naif Karabatak Ben de Nohutçu Ömer emmiden bahsettim ve ikisinin ortak yanı olan sattığı ürünü yüksek sesle değil de, daha alçak sesle satmalarının hikmetini merak ettiğimi söyledim. “Maşallah” dedi Yunus Efendi, dikkatli adamsın. Bilinen bir hikâye anlattı ayaküstü. Hikâyeden aldığımız ders kuyumcunun ürününü satarken bağırmamasıydı. Değil mi ya, siz hiç bağırarak altın, gümüş, yakut, elmas satan gördünüz mü? Onun malı değerlidir, kıymeti de bilinir ve ona göre alıcısı vardır. Yunus efendi “boza” satıyor. Hem de öyle böyle bir boza değil, damak tadına uyum sağlayan bir boza. Yani ağızlara layık boza. Bağırıp çağırmanın bir âlemi yok. Hele hele gece gece kimseyi rahatsız etmeye de gerek yok. Derinden gelen “boza” sesini bekleyen o kadar keskin kulaklar var ki, rızkını Mevla’m öyle yolluyormuş. Ama dedim, bazıları o bağırtıyla para kazanıyor, bazıları da ekranlarda, kuruldukları köşelerinde veya caddelerde, sokaklarda, meydanlarda cazgırlıkla kendisini pazarlıyor. Sanki semt pazarında “Geeeeelllll vatandaş, geeeeeeellllll” diye bağıran esnaf gibi fikrini pazarlayanlar, kendisini pazarlayanlar, ideolojisini pazarlayanlar, mensubiyetini pazarlayanlar ve sonra da bir yerlere gelenler…. Ahhhh Yunus Efendi ah! Dünya çok bozuldu; tuğlayı altın diye gözümüzün içine sokup, inanmadığımızda da bizi ‘aptal’ sananlarla doldu!