ÖNSÖZ
En genel ifadesiyle “üzerinde tasarruf hakkı bulunan ve gelir getiren taşınmaz mallar üzerindeki sahiplik” manasına gelen mülkiyet kavramı, dilimizde olduğu gibi bir çok dilde de hâkimiyet (egemenlik) manasını ihtiva edecek şekilde kullanılmaktadır.
Mülkiyet hakkının sınırlarının ne şekilde belirleneceği, bu hakkın kim tarafından ve
nasıl kullanılacağı meselesi, insanoğlunun bulunduğu her coğrafyada ve her çağda en önemli toplumsal konularından birisi olduğu gibi siyasî, iktisadî, hukukî ve felsefî ekollerin
de en önemli tartışma konuları arasında yer almıştır. İslam-Türk mülkiyet telakkisinde ise, bu
hakkın kullanılışı ve sınırlandırılışı farklı coğrafyalarda da olsa aşağı yukarı birbirine benzer
şekillerde uygulanmaya devam edilmiştir.
Özel mülkiyetin yanı sıra, diğer medeniyetlerden farklı olarak, vakıf mülkiyeti uygulamasını da ihtiva eden ve mülkiyet telakkisi büyük oranda devlet (kamu) mülkiyeti şeklinde
ortaya çıkan İslam mülkiyet anlayışının yansımasını en tafsilatlı ve gelişmiş hâliyle Osmanlı
Devleti’nde görmekteyiz.
Osmanlı Devleti’nde gerek kişilerin, gerek vakıların ve gerekse devletin sahip olduğu alanlara ait kayıtların tutulması ve bunların muhafaza edilmesi görevi Defterhâne teşkilatı tarafından yürütülmüştür. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından (Orhan Bey’den) itibaren
mülkiyete ilişkin kayıtlar Defterhâne’de tutulmakla birlikte, devlet arazileri üzerinde mülkiyete ait senetleri düzenleme vazifesi sahib-i arz sıfatıyla sipahiler, vakıf arazileri üzerinde vakıf mütevellileri ve sonraki dönemlerde mültezimler ve muhassıllar tarafından yürütülmüştür. Birlikten yoksun ve suiistimale açık olan bu uygulamaya son vermek ve mülkiyet gibi mühim bir hakka ait senetleri düzenlemek vazifesinin merkezî bir teşkilat tarafından yürütülerek
kontrol atına alınmas