Hayatın kısa olduğunu bir sürü insandan duyarız ama bunu hissetmeden asla
kendimize böyle bir şeyin var olduğunu kabul ettiremeyiz. Bir tarafımız gerçekleri
görse de diğer tarafımız ise gözlerini kapayıp duymamak hatta hissetmemek için
delice isyan eder.
Ama kendimizi bir uçurumun kenarında elimizi sıkıca tutmuş, birini kendimize olanca
gücümüzle çekmeye çalışırken isyan eden bu tarafımız dili tutulmuş bir insan gibi
soğuk ve hiçte tanıdık olmadığımız bir sessizliğe bürünür. Çünkü artık o isyancı
ruhumuzda tüm gerçekleri çıplak bir gözle görüyordur ve onun korkusu artık bizi
içine çeken bir girdap haline gelmiştir, endişesi her an yanımızda olan şefkatli bir
anne rolü oynar bize. Uçurumun kenarında elimize sıkıca sarılmış olan ya da küçük bir
tebessümle bize veda etmeye çalışan insanı ve peşinde sürüklediği gerçekleri
zamanla taşıyamayız ve elimizden kayar ve boşluğa doğru hızla gider, yok olur.
Onların düşerken ne hissettiklerini bilemeyiz. Belki sonsuzluğun huzurunu belki de
acılar içinde kıvranarak ve titreyerek ölümün soğukluğunu hissediyordur.
Korkuyordur geride bıraktıkları için ya da umutludur başkalarına hayat verebileceği
için.
Peki ya biz, biz neler hissederiz? Hatırlamak istemediğimiz yokluk duygusunu mu,
ilk kez pişmanlığı mı ya da borçlu olduğumuz bir özrü ya da affı mı hissederiz kalbimiz
en derin köşesinde? Ne hissederiz elimizden saniyeler içinde kayan ve yokluğa
karışan biri için? Ne kadar acı çekeriz, ne kadar arkasından büyük bir zafer
duygusuyla seviniriz? Arkasından neler söyleriz nasıl anarız onları? Onlarsız
kaybolmaz mıyız hayatın içinde? Umutlarımız tekrar doğar mı peki, acılarımız içinden
çıkan bir kardelen gibi açar mı tekrardan? Olgunlaşır mıyız, acılarının en büyüğüyle
sınanıp bir anda yılları karşı büyüyebilir miyiz? Ya da yaşamayı şeçer miyiz yoksa o
uçurum kenarında bizde mi rüzgarla birlikte sürüklenip düşeriz?
DERYA ÖZCAN