Herkes kendince,
kendiyle, kendi için
yaşar oldu.
hatırlardı herkes. Ne yazık ki geçmiş
zaman eklerine tıkılıp kaldı o eski günler. Paylaşılan yoğun duygular kalmadı
koşuşturmakla geçen hayatlarımızda.
Böylece, insanların ne mutlu olmaya ne
de üzülmeye vakit bulamadığı bir dünyada, paylaşmanın ne demek olduğu da
zamanla unutuldu. Herkes kendince,
kendiyle, kendi için yaşar oldu.
Max Weber, bundan yüzyıllar önce, modern insanın ortaya çıkışı ile yaşamın
büyüsünün bozulacağından bahsetmiş.
Ne kadar da haklıymış. Dünya modernleştikçe hayat anlamsızlaşıyor. Küçük
mutlulukları, bu deli kargaşada kendine
yer arayan mink güzellikleri; bir çocuğun yüzündeki masum gülümsemeyi,
bir dedenin gözündeki yaşam pırıltısını,
kışın ortasında çıplak ayaklarıyla yollarda koşan çocuğun yalansız neşesini kaçırıyoruz. Parlak ekranlardan başka hiçbir şeye bakmıyoruz, her şey mekanik,
her şey rutin. Hayallerimiz elektronikleşmiş, piksel piksel olmuş ruhumuz.
Böyle bir bünyede akıl sağlığımızın
mevcudiyetini korumakta zorlanmasına
da hak vermek gerekir. Hayata anlam
katan, ruhumuza huzur veren bütün
değerler yok olup giderken aklımızın
başımızda kalması mümkün mü?
Hızlanan dünya aklımızı başımızdan
alırken hayatımıza giren kavramların
en başında tahmin edebileceğiniz üzere, “stres” geliyor. Bu stres insan sağlığı için o kadar büyük bir tehdit ki; saç
dökülmesinden yüksek tansiyona kadar
birçok fizyolojik sıkıntıyı beraberinde
getirdiği kadar, ruh sağlığımıza olumsuz
etkileri olduğu da su götürmez bir gerçek. İşin en üzücü tarafı da stresin daha
çocuk denecek yaşta başlaması. Hayatımız boyuca kurtulamadığımız sınavlar
o kadar erken yaşta başlıyor ki, alacağı
notla geleceğinin şekilleneceğini fark
eden çocuklar, bir beklenti içerisine girdikleri için daha küçücükken stres yükünü omuzlarına almış oluyorlar. Düşe
kalka bir şekilde eğitim hayatı bitse bile,
kurtulmak ne mümkün: iş hayatı başlıyor. Evden işe işten eve, yoğun çalışma
saatleri, hafta sonu mesaileri, zam derdi derken stresin başa çıkılamaz bir hal
almasıyla depresyon başlıyor ve gittikçe
karanlıklaşıyor hayatlar…
Peki çok mu zor hayatımıza sahip çıkmak? Akıl sağlığımızı korumak çok mu
zor? Hayır, insan isterse hiçbir şey zor
değildir. Biz görmek istedikten sonra
Karşılaştığımız bütün
zorluklara rağmen şu
hayatta bir yerimiz
olduğunu ve yalnız
olmadığımızı fark
edeceğiz.
hayatta görülmeye değer o kadar güzel
şeyler var ki. Azıcık yavaşlasak, neler
kaçırdığımızı fark edeceğiz. Kafamızı o parlak ekranlardan kaldırıp etrafa
bakmayı başarabilsek, yolda yürürken
kulaklıklarımızı çıkarıp biraz etrafı
dinlesek, yaşadığımızı yeniden hatırlayacağız. Zihnimiz aydınlanacak, mutlu
olmayı, paylaşmayı hatırlayacağız. En
başta da “hayatı paylaşmayı” hatırlayacağız. Karşılaştığımız bütün zorluklara
rağmen şu hayatta bir yerimiz olduğunu
ve yalnız olmadığımızı fark edeceğiz. O
zaman strese göğüs germek de kolaylaşacak ve hayatın karartılamayacak kadar
parlak ışıkları olduğunu göreceğiz. Yeter ki koşmayalım, yeter ki hayatı sin-
Hayallerimiz
elektronikleşmiş, piksel
piksel olmuş ruhumuz.
dire sindire yaşayalım. O zaman minik
çocuğun yüzündeki gülümsemeyi de,
dedenin gözündeki parıltıyı da sokakta
yaşayan çıplak ayaklı çocuğun her şeye
inat koruduğu neşesini de göreceğiz. Ve
işte o zaman, hayat yeniden anlam kazanacak. P
57